DÖRDÜNCÜ MAYMUN

2 Ekim 2024 Çarşamba

26 Eylül 2024 Perşembe

TAKILAR TAKILIRKEN

 

BDK yani “Bilmem Neleri Denetleme Kurulu” başkanı Haşmet Bey büyük kızını evlendiriyordu dolayısıyla düğün dernek kurulması şart olmuştu.

Ama hazır düğün yapılırken aradan çıksın diye oğlunun sünnetini de sıkıştırmıştı.

Hoş oğlan 20 yaşındaydı ama çükü fakirlik günlerinde mahallerin çocuklarıyla toplu olarak kesildiğinden o zaman düğün olamamıştı. Sonradan yürü ya kulum dönemine gelindiğinde bu düğünün vakti de gelmiş oluyordu.

Ancak kırk gün kırk gece sürecek bir düğün hem katılanların zamanını alacağından hem de bu ekonomik koşullarda israf olacağından öyle yemekti, müzikti gibi gereksiz etkinliklerden vazgeçilecekti elbette “itibardan tasarruf olmaz” da bir yere kadardı.

Sadece takı töreni yapılacaktı.

Bu yüzden davetiye son derece sadeydi.

KIZIMIN NİKAHI OĞLUMUN SÜNNETİ İÇİN DÜZENLEDİĞİM TAKI TÖRENİNE HEPİNİZİ BEKLİYORUM DAVETLİ ÇOK OLACAĞINDAN BEKLEME YAPILMAMASI TAKANIN TAKACAĞINI TAKTIKTAN SONRA İKİLEMESİ ÖNEMLE DUYRULUR

BABALARI HAŞMET

Tabii çocukların adına hiç gerek yoktu önemli olan babanı adıydı.

Bu çifte düğüne tabii ki onun denetlemekle görevli olduğu memleketin bütün ileri gelen bilmem neleri davet edilmişti.

Bilmem neleri bir telaş almıştı, davete icabet etmemek gibi bir durum söz konusu değildi.

Bilmem nelerin yönetim kurullarında hararetli tartışmalar vardı.

Ne takacağız?

Nasıl takacağız?

Bu arada başka bilmem nelerin de ne taktığı önemliydi elbette.

Eğer bir bilmem ne, öteki bilmem neden pahalı bir şey takarsa o bilmem ne için ciddi bir prestij kaybı olacaktı ve bunu hesabı da bir sonraki denetimde sorulabilirdi.

Takı töreni sırasında cazgırın “Bu bilmem neden geline bir adet bilezik…” diye haykırması büyük bir faciaya neden olabilirdi.

Üstelik iki çocuk olduğu için iki ayrı takı takılacaktı.

Takıların eş değer olması önemliydi, yoksa iki kardeşten biri gönül koyabilirdi.

Beriki bilmem neneye öteki bilmemenin geline pırlanta kolye oğlana da Roleks saat takacağı istihbaratı gelmesi hesapları karıştırmıştı oysa onlar burma bilezik, beşi birlikle falan geçiştirmeyi planlıyorlardı.

 Bu yüzden bir bilmem ne bir bilmem neye beri gel bre bilme nne birbirimizin ne taktığını bilelim demiş.

Uzun süredir rekabet halindeki bilmem neler tarihlerinde ilk kez bir araya gelerek uzlaşmışlar ve aralarında centilmenlik anlaşması yaparak birbirlerinin takısının altında kalmamayı garantilemişler.

Takı töreni hiçbir işe yaramadıysa en azından bilme nelere centilmenliği öğretmişti.

Törende çok uzun bir kuyruk oluşmuş takan takacağını taktıktan sonra oradan uzaklaşmış.

Bu işten en karlı çıkan kuşkusuz takıları taktıranlar olmuş.

Takı takan bilmem neler için de fazla bir zarar olmamış aslında.

Buradaki zararı karşılamak için onlar da vatandaşa takı töreni düzenlemişler.

Bu yüzden vatandaşlar son günlerde bir davetiye almaya başlamış.

SAYIN VATANDAŞ, HAZIRLADIĞIMIZ TAKIYI TAKABİLMEMİZ İÇİN SİZİ TAKI TÖRENİMİZE BEKLİYORUZ.

 

5 Eylül 2024 Perşembe

Ne çok ölmüşüz


 

İNATÇI

 

Jules Verne çağının en özgün yazarlarından biridir; geniş bir hayal gücü, ince bir mizah ve hayran olunası öngörüleriyle bilinir. Aya gidenler, yer altına inenler, nükleer denizaltılar onun kitaplarında masal gibi anlatılmıştır. Girdiği bahis sonucu dünyayı 80 günde gezerken heyecanlı maceralar yaşayanların öyküsünü duymayan yoktur sanırım.

Jules Verne’nin bizde nedense pek bilinmeyen ama kahramanı Türk olan ve Türkiye’de geçen çok keyifli bir romanı vardır.

İnatçı Keraban (Kéraban le Têtu) 1883 yılında yazılmış.

Olay 2.Mahmut dönemi İstanbul’unda başlar.

Ana karakterin adını Keraban koymuş, aslında pek bir anlamı yok, belli ki rastgele bir isim sallamış zaten önemli olan da isim değil öykünün gelişimi.

Jules Verne’nin Türkiye’ye gelmiş olduğuyla ilgili bir bilgi yok, masa başında yazmış belli ki. Ama iyi araştırmış, bölgenin haritasına hâkim.

Keraban çok zengin bir tüccar, ama takıntılı bir tip, inatçı, kafasına uymayan bir şeyi yaptırmanız olası değil.

Keraban’ın işyeri Tophane’de evi de boğazın karşı yakasında Üsküdar’da.

Her gün kayıkla gidip geliyor.

Günün birinde evine gitmek üzereyken memurlar yolunu kesiyor.

O gün bir karar çıkmış ve boğazın bir yakasından öte yana geçmeye vergi konmuş.

10 para karşıya geçme vergisi!

Şimdi gel de Jules’in öngörüsüne hayran olma.

“Vermem” diye tutturuyor.

“Vermezsen evine gidemezsin”, diyorlar.

Bizimkinin inadı tutuyor ve biraz yolu uzatsa da evine geçmek için kendine bir rota çiziyor.

Atlı arabasıyla Trakya’ya doğru gidiyor oradan Balkanlar, Gürcistan, Ukrayna, Rusya üzerinden Karadeniz kıyısını takip edip Anadolu’ya iniyor Trabzon’dan devam edip Üsküdar’a ulaşıyor.

Keyifli bir macera romanı aslında ama bizim okuyucun ilk dikkatini çeken başlangıçtaki o “Boğazı geçme vergisi” kuşkusuz ve o vergiye karşı bir vatandaşın protestosu.

Aklıma hemen köprü ve otoyol ücretlerine yapılan zamlar geliyor hepiniz gibi.

Aslında boğazın öte yakasına geçmek için Karadeniz’i dolaşmak fena fikir sayılmaz. Orada şimdi Rusya Ukrayna savaşı olması biraz sıkıntı olsa da kafasının tası atmış biri için bu da aşılmayacak bir durum değil.

 

Tabii Keraban Efendi günümüzde yaşasaydı “O parayı beşli çeteye yedirmemem arkadaş!” diyerek bu yolculuğu kesinlikle yinelerdi.

Hele hele Çanakkale köprüsünde uygularsa epey keyifli olurdu, tabii akaryakıt fiyatlarını protesto için de bu yolculuk kesinlikle o zamanki yöntemle at arabasıyla yapardı.

Ancak bu durumda başka bir sorun daha çıkıyor.

O zaman 2.Mahmut’un aklına gelmeyen cinlik şimdikilerin aklına gelmiş, sadece geçenden değil geçmeyenden de para alındığı için Keraban Efendi’nin cebinden gene para çıkacaktı ve belki de bundan hiç haberi olmayacaktı.

Ama dünya Sultan Mahmutlara da kalmadı malumunuz.

Sonuçta bu kararlı inat; beşli, altılı çeteleri yollayıp sorunu kökten çözecektir illa ki…

8 Temmuz 2024 Pazartesi

KUŞATMA ALTINDA

 


Konstantinapol henüz İstanbul, Sultan Mehmet de Fatih olmamıştı.

Surlar kuşatma altındaydı, Mehmet her an içeri girebilirdi.

Kapılar tutulduğu için şehre erzak girişi olmuyordu.

Dolayısıyla içeride açlık vardı.

Kuşatmadan sonraki olası işgal prosedürü belliydi, ilk üç gün yağma serbestti.

Yeniçeriler istedikleri şeyleri istedikleri kadar alabilecekti, tacizler tecavüzler de buna dahildi.

Zaten yeniçerinin tek gelir kaynağı kuşatma sonrasındaki bu üç günlük getiriydi.

Surların dışında olanları tarih kitaplarından okuya okuya artık ezberledik.

Surların içinde olanlar ise ilgi alanımızın epey dışındadır, oysa duruma şöyle bir bakarsak hiç de yabancısı olmadığımız insan davranışlarıyla karşılaşırız.

Çok ama çok ciddi sorunlarla yoğunlaşmışlardı o sırada.

“Osmanlı gelip de malımıza mülkümüze oramıza buramıza bir şey ederse biz ne halt ederiz?” dediklerini düşünüyorsunuz değil mi?

Yok, değil… Belki o da var ama daha alt sıralardadır belki.

Öncelikli olarak çok daha önemli konulara yoğunlaşmışlardı.

Gençlerin ayrı yaşlıların ayrı sorunları vardı.

Yaşlılar Ayasofya’da toplanmışlardı son derece hayati bir konu üzerine tartışıyorlardı.

“Melekler erkek midir, dişi midir?”

Peder Stavros’un öncülüğünü yaptığı grup:

“Tabii ki erkektir, zaten kadın denen mahluk da erkeğin kaburga kemiğinden olmamış mıdır?” derken; Peder Haralambus’un başını çektiği grup da;

“Melekler kadındır, çünkü kadın doğurgandır kadın anadır…” tarzı bir şeyler söylemekteydi.

Bu iki gurubun kavgası yetmiyormuş gibi bir de sonradan ortaya çıkan Cüppeli Peder Kastırosmos adıyla maruf biri:

“Melekler cinsiyetsizdir, onlar üçüncü cins içinde yer alırlar; ayrıca cennetteki hurilerin memeleri taş gibidir, oraya giden erkeklere on bin huri verilecek hepsiyle de yedi gün yirmi dört saat hasbihal edilecek, sonra gene yedi yirmi dört yiyebileceğin açık büfe olacak ziftleneceksin ziftleneceksin ama doymayacaksın, sonra gene hurilerle hasbihal edeceksin, sonra gene ziftleneceksin bu böyle devam edecek…” diye yeni birtakım tezler getirmeye başlayınca tartışmalar iyice alevlendi.

Bunlar olurken gençlerde hipodromda konuşlanmışlardı.

Burada sık sık atlı araba yarışları yapılıyordu.

İki ezeli takım vardı, “Maviler” ve “Yeşiller”

Her iki takımın da çok fanatik taraftarları vardı.

Mavilerin en gözde yarışçısı Mario mu daha iyidir yoksa Yeşillerin Hastiryo mu daha iyidir konusunda çıkan kavgalarda ciddi yaralanmalar oluyordu.

Bir hafta Yeşiller başka bir hafta Maviler kazanıyordu ama o haliyle bitmiyordu.

İnsanlar bir dahaki yarışa kadar o yarışın yorumunu yapıyordu.

Şehrin çeşitli meydanlarında yorumcular taraftarlara konuşuyordu.

“Mario bu hafta çok formsuzdu doğrusu, ayrıca atları da belli ki uykusuz bırakmışlardı, yarışı göz göre göre verdiler…”

“Yeşillere bu hafta yeni bir kısrak gelmiş o kimmiş biliyor musunuz beş yıl önce harikalar yaratan hipodromda fırtınalar estiren Fırtınasyus’un yavrusu; yani bu yıl mavilerin işi çok zor…”

Sık sık Mavili ve Yeşilli fanatikler birbirlerine giriyor, kafalar yaralanıyor, gözler çıkıyordu.

Sultan Mehmet’in yeniçerileri içeri girdiği zaman, bunun farkında olup olmadıkları, hâlâ bu tartışmaları yapıp yapmadıkları konusunda bir bilgi henüz yok.

Ancak bu sadece bir örnek sanırım “kuşatma altında” olup da tehlikeyi yok sayarak umutsuzluktan uzak durmak isteyen toplumlar kendilerine oyalanacak bir şeyler bulurlar.



18 Nisan 2024 Perşembe

Yapay Zeka Çiftliği

 



Yapay zekâ bir insanın hayatını kurtarabilir mi?

Hayvanlar, insanlar yapay zekâya sahip olabilir mi?

Salih Görür genetik uzmanı bir bilim adamı, torunu Göz’ün hayatını kurtarır. Bunun için deneylerini bazı hayvanlar üzerinde yapar ve ortaya YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ çıkar.

Böyle bir çiftlikte neler neler yaşanır?

Bu sır, kötü güçlerin eline geçerse ne olur?

Yapay zekâ mı insanı kontrol ediyor, insan mı yapay zekâyı?

YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ’nin kapıları tüm ziyaretçilere açıktır, bu çiftlikteki maceralar okuyucuları ile heyecan kazanmaktadır.

SMİRNA YAYINLARINDAN ÇIKTI


15 Mart 2024 Cuma

TOPLUM MÜTEAHHİTLİĞİ

 


Sinema, en kısa tanımıyla kaydedilmiş görüntüleri kullanarak yapılan bir anlatım sanatıdır.

Edebiyatçı bunu kelimelerle, ressam renk ve lekelerle, müzisyen de seslerle yapar.

TV dizisi, sinema sanatının bir alt türüdür.

Komedi, aksiyon, korku, macera, dram, belgesel, müzikal, kısa film gibi Tv dizisi de bir türdür.

Süresi 60 dakikadan az olanlar kısa film sayılır, bunun üzeri uzun metrajdır.

Sitkom denen mekân güldürüleri 30 dakika civarındadır.

Tv dizileri ise 40-60 dakika arasında olur.

Bizdeki durum da başlangıçta bu şekildeydi.

Ancak RTÜK sonrası getirilen düşünmeden yapılan yönetmelikler sonucu iş şirazesinden çıktı.

Malum Tv kanallarının tek kaynağı program içine aldıkları reklamlardır.

“Şu kadar dakika içinde ancak bu kadar reklam alabilirsin” türünden bir madde olunca 60 dakikalık bir program içine alınacak reklama da bir sınır geliyor.

Bu kez daha fazla reklam için dizilerin sürelerinin artırılmasına gidildi.

Kanalın biri önce 70 dakikaya çıkardı bu aynı zamanda matematik olarak izlenme oranının (reyting) artmasına neden oldu.

Bu kez rakip kanal 80’e çıkartınca diğeri 90’a çıktı.

İş 180 dakikaya ulaştı, gün 24 saat olduğu için daha fazlası mümkün olmadı, gece yasından sonra diğer güne geçiliyordu çünkü.

İşin ta başında tehlikeyi fark eden senaryo yazarları “Yerli Dizi Yersiz Uzun” kampanyası başlatmışlar ve epey ses getirmişlerdi.

Onlara hak vermeyen yoktu, yapımcılar bile “Çok haklısınız biz de çok rahatsızız bu durumdan ama ne çare ki viran olası haneye gelecek ballı lokmalar” var diyorlar ve bir adım atmıyorlardı.

Bu çarpık durum dizilerin önce fiziksel, sonra da kimyasal yapısını bozdu.

Öncelikle sahnelerin uzamasına, gereksiz sahnelerin çıkmasına neden oldu, iş bir kekemenin fıkra anlatmasına döndü; izleyicinin izleme keyfi önce kaçtı sonra da deforme oldu.

Bir öykünün başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olur ama öykü bir türlü bitmeyince işin kontrolü de iyice kaçtı.

Sonunda öykü tükenince bu defa “Acaba bu bölüm ne uydursak?” durumu çıktı.

Senaristler başlangıçta senaryoyu bir yere götürürken bu defa senaryo senaristi istediği yere götürmeye başladı.

Eşeğinin kontrolünü kaybeden Nasrettin Hoca’ya “Nereye?” diye sormuşlar o da “Eşeğin götürdüğü yere” demiş.

Bizim senaristler de senaryonun götürdüğü yere gidiyor.

Senaryolarda duygu sıçramaları, karakter sapmaları, bağışlanmaz mantık hatalarından geçilmiyor.

Önce başka ülkelerde yapılan dizilerden uyarlama yoluna gidildi, onlar başı sonu belli olan işlerdi yani bir süre “senaryo ne olacak?” sorunu yoktu.

Tabii o dizilerin süreleri normal insanlara göreydi, kısa sürede o işteki öykü bitiyor bu kez senaristler gene “Acep ne yazsak da durumu kurtarsak?” girdabına düşüyordu.

 

Elbette reyting almak için izleyicinin yumuşak karnını bulup o yönde öyküler yazılmaya başlandı. İş şiddet pornografisine dönüştü, izleyen farkında olmadan o şiddetten hoşlanmaya başladı; tıpkı uyuşturucu tutkunluğunda olduğu gibi o şiddet yetmeyince de şiddettin dozu her seferinde arttı ve artmaya devam ediyor.

Marjinal ilişkiler sanki hayatın doğal akışında olan sıradan olaylar gibi gelmeye başladı.

 

Sinema, toplum mühendisliği için çok etkin bir araçtır, bu bilinçli olarak yapılarak toplum egemenlerin istediği kıvama getirilir.

Örneğin sigara alışkanlığının bu kadar yaygın olmasının en önemli nedenlerinin başında bir dönemin rol model starlarının her filmde yerli yersiz içtikleri sigaralardır tabii sigara firmalarının o filmlerin sponsoru olduğu pek bilinmez.

Film izlerken kola içip patlamış mısır yeme alışkanlığı da sinema sayesinde dayatılmıştır, kolasız ve mısırsız film izlemek çok büyük ayıptır.

Sevgilisiyle konuşurken kullanacağı sözler, ona ne tür hediyeler alması gerektiği de bunlar tarafından belirlenir.

Erkeğin küçük kutu içindeki tektaş yüzükle sevgilisinin önünde diz çökerek yaptığı evlilik teklifi klişesi sinema yüzünden yerleşmiştir. Bu veya bunun çeşitlemesi olan bir şekilde yapılmayan evlilik teklifleri kesin ayrılık nedenidir.

Yani toplumu güzelce yoğurup, kulak memesi kıvamına geldiğinde istedikleri şekli verirler.

Bu rezil durum ayrı bir yazının konusudur ve ciddi biçimde irdelenmelidir.

Bizdeki durum ise kontrolsüz, bilinçsiz yapılan bir toplum mühendisliğidir aslında daha çok bir Laz müteahhit durumu vardır.

Toplumu istediğim kıvama getireyim diye bir niyet yoktur belki ama sonuç faciadır.

***

Varsayalım ki dizi senaristleri Bürümcük Hanım’la Sülün Bey ve “Öksürük Şurubu” adlı diziye başladılar.

Başlangıçta her şey güzel gitti konu her zaman tutan bir konuydu.

İki farklı kutupta olan Montegü ve Kapulet ailesinin çocukları Romeo ve Jülyet birbirlerine âşık olmuşlardır. Aileler bu duruma karşı çıksalar da aşk galip gelir ama bu durumda öykü biteceği için bir şekilde devam etme zorunluluğu olur.

Romeo ve Jülyet evlenir; ama bu defa Romeo’nun dedesi Jülyet’in anasına yeşillenmeye başlar, Jülyet’in anası hamile kalıp bir oğlan doğurur bu çocuk Jülyet’in kardeşi dolayısıyla Romeo’nun kayınbiraderidir ama çocuk aynı zamanda Romeo’nun amcası olur. Jülyet’in babası da Romeo’nun anasını hamile bırakır, çocuk Romeo’nun hem kardeşi hem de eniştesi olur.

Tam bu arada Hamlet gelir o da Jülyet’in eltisine yürümeye başlar.

Şimdi Hamlet’in bu senaryoyla ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz, hiç ilgisi yok.

Ama senarist Bürümcük Hanım şu anda yıldızım parlıyor bu arada bir dizi daha çıkartayım diye “Sandık Tozu incisi” adlı bir diziye daha başlamıştır, ama yorgunluktan olsa gerek o hikayedeki Hamlet karakterini yanlışlıkta buraya sokmuştur daha da fenası buradaki Romeo da öteki diziye girmiştir.

Sonra Fuzuli diye bir karakter zuhur eder, aslında bu gerçek karakterdir ve diğer senarist Sülün Bey’in kayınçosudur bizimkine fena borç taktığından alacağının peşindedir, bir yandan senaryo yetiştirme telaşı bir yandan alacağının peşinde koşmak derken devreleri yanmış ve Fuzuli’yi farkında olmadan diziye sokmuştur, o da Romeo’nun babasına yürümeye başlamıştır.

Peki izleyici bu duruma ne demiştir?

Hiçbir şey dememiştir çünkü her gece 4-5 saat ekran karşısında bunca saçmalığı izleye izleye beyni dumura uğramış bu yüzden de bir şey fark etmemiştir.

Yani bu durumu Shakespeare gelse çözemez.

***

Sonuç olarak dizilerin yersiz uzatılması bundan dolayı izleyiciyi ekran başından kaçırmamak için senaryoların pornografik bir hale evrilmesi izleyeni de beğeni düzeyi düşmüş bir kitleye dönüştürmüştür.

İşte size kontrolsüz yapılan bir toplum mühendisliği daha doğrusu toplum müteahhitliği örneği, ama kim bilir belki de kontrollüdür!

Belki işi yapanlar farkında olmadan bir üst akıl tarafından yönetiliyordur.

8 Mart 2024 Cuma

BİR AFİŞİN ÖYKÜSÜ

 

Kadın haklarının sembol bir afişi vardır “We can do it- Yapabiliriz”. diyen “Perçinleyici Rose/ Rosie the Riveter” resmi.

Bu afişin ilginç de bir öyküsü vardır.

Naomi Parker Fraley 2.Dünya Savaşı sırasında bir fabrikada çalışmaya başladı; günün birinde fabrikaya gelen bir fotoğrafçı çalışan işçilerin fotoğraflarını çekti.

Bir dergide yayınlanan fotoğraflar grafik sanatçısı J. Howard Miller’in ilgisini çekti.

Bu fotoğraftan yola çıkarak o ünlü afişi tasarladı.

Afiş bir anda kadın haklarının ikonu haline geldi, ama Neomi Panker’in adı uzun süre bilinmedi.

 Ancak 1984 yılında, evli ve 5 çocuk annesi olan Geraldine Doyle bu afişteki kişinin kendi olduğunu iddia etti, çünkü o da bir zamanlar fabrikalarda çalışmıştı ve verdiği röportajlarla kamuoyunu uzun süre meşgul etti.

Neden sonra Naomi Parker Fraley’in afişteki gerçek kişi olduğu kanıtlandı.

96 yaşındayken de hayata veda etti.




Neomi 


Geraldine Doyle




Neomi Parker




Neomi Parker

6 Mart 2024 Çarşamba

FRANSIZ MÜLTECİLER



Varsayalım ki Fransa’da bir iç savaş çıktı…

Devrimden sonra rahat battı, bu Fransızlar kendilerine hırlaşmak için yeni bahaneler aradılar.

İlk kavga gastronomi alanında kendini gösterdi.

Fransız mutfağının ünlü şeflerinden Michel Troisgros, “Boeuf Bourguignon” yaparken yeni bir yöntem getirdi ve kırmızı şarap yerine beyaz şarap kullandı.

Diğer bir şef olan Yannick Alleno ise buna şiddetle karşı çıktı.

“Eski şehre yeni kural olmaz, beyaz kırmızının yerini tutmaz” sloganıyla bir manifesto yayınladı.

Ülke bir anda Michelciler ve Yannickciler olarak ikiye bölündü.

Buna “Şefler Savaşı” dönemi dendi.

Arnaud Donckele da önemli bir şefti ve uzmanlığı salyangoz üzerineydi o ikisine de karşı çıktı “Neticede dana eti, kırmızı koysan ne yazar beyaz koysan ne yazar? Bizim has yemeğimiz salyangozdur” diye bir manifesto da o yazdı.

Tam bu noktada feminist aktivist ve bir vegan olan Marlène Schiappa  “Dünya Barışı mutfakta başlar, hayvan katliamına son, ceset yemeyin; hayvanları sev, yiyenleri döv.” başlıklı aykırı bir manifesto ortaya attı, Eyfel önünde toplanan milyonlarca kişiye bunu okudu.

Bu dönem de “Manifestolar Çarpışması” olarak adlandırıldı.

Bu konuşmayı dinleyenler arasında ünlü aktirist İsabella Adjani de vardı ve bu manifestoya katıldığını açıkladı bu defa bir başka aktirist olan Vanessa Paradis onun tam tersi bir açıklama yaptı, sonra İsabella gelip Vanessa’nın saçını çekti, iki kadının arasını bulmaya çalışan yönetmen Luc Besson’un ise arada kaldığı için kafası kırıldı böylece sinema alemi de bu kavgaya bulaştı.

Yazarlar, ressamlar, müzisyenler derken bütün Fransız entelektüel çevresi topa girdi…

İşin içinde top olunca futbol dünyasının uzak kalması mümkün değildi tabii.

Bu tartışmaların nasıl oldu da futbol alanına sıçradığı kimse tarafından anlaşılamadı.

Neticede Paris Saint-Germain, Lyon, Marseille taraftarları birbirine girdi.

Sonra Jakobenler, Jirondenler, Hebertistler, Burjuvalar, Köylüler saklandıkları yerlerden ortaya çıktılar.

Devrimin başladığı Bastil Hapishanesi şimdi olmadığı için onun yerinde bulunan Bastil Alışveriş Merkezi basılarak yağmalandı.

Ardından başkanlık sarayı basıldı, Macron “Yahu nasıl oldu da bu aşamaya gelindi?” sorusunun yanıtını bulamadan alaşağı edildi.

Concorde Meydanı’na gene giyotin kuruldu ve herkes biri birinin kafasını kesmeye başladı, kan oluk oluk akıyordu, bu durumda kimsenin can güvencesi kalmamıştı.

Milyonlarca Fransız ülkelerini terk etme aşamasına geldi.

İyi de nereye gideceklerdi?

İçlerinden birinin aklına geldi.

Türkiye denen bir ülke varmış onlar her geleni hiç geri çevirmeden içeri alıyormuş.

Hatta onların bir başkanları varmış “Biz ensarız bize gelin” diye istemeyenleri bile kolundan tutup zorla getiriyormuş.

Çok misafir severlermiş, yüzleri tutmadığından gelen misafirlere “Yetti gayrı artık gidin” demezlermiş.

Yer verirlermiş, iş verirlermiş, sağlık, eğitim onlara bedavaymış, kendi halkına bir şey vermese de misafir diye öncelik hep onlardaymış, yani yemezler yedirir, giymezler giydirirlermiş.

Hatta onlara maaş bile bağlarlarmış.

Bunu duyan 5 milyon Fransız resmi 5 milyonu da kaçak yollardan Türkiye’ye ulaştı.

10 milyon Jean Piyer, Louis, Henri, Nicole ülkenin büyük şehirlerine yerleştirildi ve vatandaşlık verildi.

Eğitimli, liyakatli insanlardan oluştukları için köşe başlarındaki yerlere getirildiler, fazla köşe olmadığından da normal vatandaşlara hiç yer kalmadı.

 

Tabii Fransız mültecilerin durumu ülkede bazı tartışmalara da neden oldu.

Suriyeli Eyhem el Habib “Bu Fransız meselesine acil çözüm bulunmalı güzel ülkemizde ne işleri var, bizim ekmeğimiz bölünüyor yahu!” derken Afgan Abdülcabbar da “Bu Fransızları hemen geldikleri yere yallah diye postalasınlar bu yüzden güzel ülkemizin demogojofik, demorojofik, deromobokik; işte her ne boksa o yapısı bozulacak!” diye tepkisini gösterdi.

 

Daha önceden Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı bir politika yürüten milliyetçi bir parti ise bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi, genel başkanının beyin devreleri yandı ve “French Syndrom” teşhisi ile Bakırköy Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedaviye alındı.

Peki ülkenin gerçek sahibi sıradan vatandaş bir şey demedi mi?

Dedi demesine ama onlar azınlıkta kaldıklarından sesleri davulcu yellenmesi gibi kaldı; kimse duymadı.




ÇEDES



“Çevreye duyarlı” diye başlayınca sanıyorsunuz ki yeşili seven, doğayı koruyan, Akbelen’e, Kazdağı’na sahip çıkan, zehir saçan, siyanür yayan sanayiye karşı bir gençlik yetiştirmeyi hedefleyen bir proje.

Burada “çevre” ifadesi bizim sazan gibi her söze inanan, kendini seküler olarak tanımlayan vatandaşımı kandırmak için uzatılan bir “havuç” aslında.

Daha önce de aynı sazanlığı göstererek ve “Yetmez ama evet” diyerek bugünlere gelmemizi sağlayan yol taşlarının döşenmesini alkışlamışlardı.

ÇEDES projesinin açılımı: “Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum.”

Milli Eğitimin sinsi bir şekilde karanlığa boğulma sürecinde önemi bir adım.

Burada sahip çıkılan değerlerin hangi zihniyetin değerleri olduğu belli tabii ki.

Okullarda bugüne kadar öğretmenlik sertifikası olmayanlar ders veremiyorlardı.

Elbette bakanlık istediğine sertifika verebiliyordu; ama yeni sisteme göre artık bu zahmete katlanmaya gerek kalmıyor.

Artık istenen kişi rahatlıkla okullara girebiliyor…

İmamlar, vaizler, birtakım abiler, ablalar okullarda.

Evrim konusu zaten çoktan çıkmıştı müfredattan.

Onun yerine “yaradılış” bilimsel bir biçimde duhul oldu.

Çamurdan Âdem ile kaburga kemiği bu negatifliğin pozitif unsuru.

Sertifikasız öğretmenler çoğunluğu sağlayınca sertifikalılar dış kapının mandalı.

Yeşili sev evladım, her yeri yeşile boya, cüppe yeşil, takke yeşil, bayrak yeşil.

Değerlerine sahip çık…

Tarikat şeyhin her şeyin en doğrusunu bilir evladım ona itaat et, sözünden zinhar çıkma.

Onun sözleri dünyamız gibi dümdüzdür, dosdoğrudur.

Sakın ola “Ama niye öyle oluyor, bu çok saçma” türünden sorular sorup da hoca efendilerin zor duruma sokma.

Öyle gereksiz bilgilerle o güzel dimağını meşgul etme, şeyhin senin yerine düşünür, sen düşünürsen kafana zararlı fikirler üşüşür.

Senin işine yarayacak şeyleri öğren yeter…

Anan baban öldüğünde cenazesinde “Ne yapacağım?” diye düşünme, gel sana tatbiki olarak öğretelim.

Berkecan çocuğum sen gel buraya mevta gibi uzan, çocuklar siz de burada saf tutun…

Haydiii “Er kişiiii niyetineeee…”

Pelinsu ağlama yahu, anan baban gerçekten ölmedi daha bu provası, ama neticede kazık kakacak halleri yok bir gün gelecek nalları dikecekler işte biz o güne hazırlık yapıyoruz.

Kurban nasıl kesilir öğrenmeniz gerek, bak burada kurbanlık maketi var; Özgür evladım gel de kardeşlerine göster bakalım bir hayvan nasıl boğazlanır?

Önce ne yapıyorduk?

Önce hayvanın gözünü bir bezle bağlıyorduk, sonra ayaklarını sıkıca bağlıyoruz ki kaçmasın.

Kaçarsa maazallah işin yoksa düş beşine kovala.

Hele bir de büyükbaşsa hafazanallah!

Bütün emniyet birimleri, zabıta, itfaiye seferber olur tut tutabilirsen.

Sonra elinle hafif hafif boğazını okşuyorsun, bunu yaparken de tekbir getiriyorsun; sonra bıçağı aniden harst diye çekiyorsun, kanları fıııış diye fışkırıyor, hayvan da böğürmeye başlıyor.

Aaa Alper ne oldu yavrum niye bayıldın, aaa Begüm de bayılmış?

Emre niye kustun ulan Hidayet ağabeyinin üzerine?

Aaa Ayça da halıya çıkartmış, kızım kim temizleyecek şimdi orayı?

Çocuklar nedir bu haliniz, hiç mi “Testere” filmi izlemediniz yahu?

Şimdi bu kadarcık şeyden tırsarsanız yarın şeriat düzenine geçtiğimizde dindar ve kindar bir nesil olarak kafirleri nasıl keseceksiniz?

Neticede Çedes çok önemli bir projedir.

“Çeneni kapa, dizini kır otur, imama uy…”

 



25 Şubat 2024 Pazar

KUSURSUZ CİNAYET

“Kusursuz cinayet var mıdır, yok mudur?” sorusu adli tıp uzmanlarına çok sorulan bir sorudur. Aslına bakarsanız cinayetin kendi zaten “kusurlu” bir eylemdir.

Bütün polisiye romanlarda, filmlerde işlenen cinayetleri olayın hafiyesi gelir kıldan, tüyden, bırakılan izlerden yola çıkarak veya birtakım akıl oyunlarıyla suçluyu yakalar.

Katilin kim olduğunun ortaya çıkması o cinayetin kusursuz olmadığının göstergesi midir acaba?

Peki Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Ahmet Taner Kışlalı’ya uzanan faili meçhullerde (aslında faili malum) katil bilinmesine rağmen ele geçmemesi cinayeti kusursuz yapar mı?

Depremlerde, maden kazalarındaki beceriksizlikler sonucu işlenen toplu cinayetlerin failleri “kusursuz cinayet” ödülüne hak kazanmış olabilirler mi?

 

Adli tıp uzmanı karikatürist Prof. Halis Dokgöz yeni çıkan KUSURSUZ CİNAYET kitabında bunun gibi konulara değiniyor. Sadece cinayet değil, birçok kriminal konuya hem uzman hem mizahçı kimliğiyle yaklaşınca ortaya teknik ifadelere boğulmamış, keyifle okunan bilgi veren yazılar çıkıyor.

Cinayetlerin aydınlatılmasında yer alan dedektif böcekler, seri katiller, yüz sene sonra uyandırılmak için kendini donduranlar, cinsel suçlar, akla zarar sendromlar epey öğretici bu gibi konulanda roman, senaryo yazanlar için de başucu kitabı olacak bir kaynak, senaryo deyince izlediği filmlerdeki vahim hataları hiç affetmemiş hemen yakalamış.

Halis Dokgöz’ün bu işi keyifle yazdığı belli devamını getirecek gibi.

 

Ancak bu kusursuz cinayetler konusunda şöyle bir durum da var.

Artık her santimde bir kamera olmasıyla “AĞABEY SİZİ İZLİYOR” ortamına çoktan geldik.

Bu durumun özel hayatın deşifre olma endişesi yanında olumlu bir yanı da var aslında.

Marketteki kasiyer, taksideki şoför katledilirken tüm ayrıntıların kaydedilmesi ortaya gerçek bir gerilim izlencesi çıkartıyor, tabii bizim hafiyelerin uzun uzun “katil kim?” araştırmasına gerek kalmıyor. Hafiyelik de yakında yok olacak mesleklerden biri olacak sanki.

 

4 Ocak 2024 Perşembe

HAVUÇLARIMIZ NEREDE?

 




Ne güzel havuçlarımız vardı…

Kokusu bir kilometre öteden duyulurdu mis gibi.

Lezzetli, kütür kütür…

Biraz tuzlayıp yerdin kıtır kıtır.

Rendeleyip salata yaptığında ayrı bir lezzeti olurdu üzerine biraz zeytinyağı, bol limon.

A vitamini deposuydu; gözlere iyi gelidi.

 

O havuçlardan şimdi eser yok, nerede bizim o güzel havuçlarımız?

Kim aldı, kim götürdü, kim yedi?

 

“Yetmez ama evet” diyen arkadaşlarımız şimdi o havuçlarını arıyorlar.

Faşizmin çukuruna balıklama dalmamızın nedeni o anayasa referandumunun rezil maddelerini kamufle etmek için araya bazı “havuç” maddeler konulmuştu.

1-Kenan Evren ve darbeci paşalar yargılanacaktı.

2-Kadınlara pozitif ayrımcılık getirilecekti.

3-Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkı gelecekti.

 

Birtakım kullanışlı “romantikler” bunu ilerici, demokrat hatta daha da ileri giderek “devrimci” olarak niteleyip “Yetmez ama eveeeeet” diyerek tam destek verdiler.

Anayasayı hazırlayanları “Che” ilan ettiler…

Çünkü onlar bu havuçları çok sevmişlerdi.

“Aman etmeyin eylemeyin, onlar havuç; bu anayasa bizi bataklığın en dibine gömecek” diyenlerin ne faşistliğini ne gericiliğini bıraktılar.

Neticede havuçlu anayasa referandumdan geçti.

Kenan paşa avanesinden topu topu iki kişi kalmıştı zaten tarih mahkemesinde çoktan yargılanıp hüküm giymiş muhteremler yargı önüne çıkacaktı.  

Ama ikisinin de beyni pelte olduğundan olan bitenin farkında değillerdi, saksı gibi duruyorlar öyle boş boş bakıyorlardı; mahkeme salonuna bile çıkamadılar. Davanın sonucu ne oldu, karar neye bağlandı hâlâ muğlaktır.

O havuç böylece murdar oldu.

Kadınlara pozitif ayrımcılık kulağa gerçekten pek bir hoş geliyordu.

Kadın hakları savunucularının gözünde bu kararı alanlar çok sevimli görünmeye başladı.

Belki de havuçlar içinde en lezzetlisi buydu.

“Kadının beyanı esastır” maddesi geçti ama bunun için önce kadına beyanını soran bir düzenin olması gerekiyordu.

Neticede “İstanbul Sözleşmesi” iptal edildi.

Gene her gün onlarca kadın şiddet görüyor, katlediliyor.

Kadınların havucu daha sofraya gelmeden bir yerlerde yok olup gitti.

Ama en tuhafı Anayasa Mahkemesi havucu olsa gerek.

Çünkü mahkemenin yapısını belirleme yetisi mevcut yönetime ait oluyor, değiştirilen havuç olmayan diğer maddeler bunu getiriyor, yani yasama, yürütme, yargı tek bir yerde toplanıyor.

Buna rağmen bireysel başvuru hakkı güzel bir havuçtu.

Can Atalay bu hakkını kullanıp bireysel olarak başvurdu.

AYM bu yapısıyla bile onu haklı buldu, hakkın ihlal edilmiştir, dedi.

Ama hakkı ihlal eden mahkeme onu tanımadı.

Referandumdan geçen havuçlu anayasa bir darbeyle yok edildi.

Anayasada artık havuç mavuç kalmamıştır…

Biz zaten burnumuzun pislikten çıkmayacağının farkındaydık…

Olan yetmez ama evetçilere oldu, bir lokma bile havuç yiyemediler, çok fena dolandırıldılar.

O güzel havuçları o çürük hıyarlar alıp götürdü.

29 Aralık 2023 Cuma

Bir cemaat, bir cinayet ve bir avukat!

 


28 Aralık 2023/ Birgün

Ülkemizin uzunca bir süredir (fiilen) “Yarı İslam Cumhuriyeti” halini aldığını kimse reddetmiyor. Ekonomik vaziyet için bile dini referanslar veriliyor. Ancak hayatın kendisi başka gerçekleri alabildiğine açıklıkla ortaya koyuyor:

-Paranın dini imanı olmaz!

Türkiye’nin 2000’li yıllarını “vatandaş olarak” yaşayanlar bu gerçeği bütün çıplaklığıyla görüyorlar. Yaygın medya aracılığıyla insanlara “Öbür Dünya”nın nimetlerini pazarlayanların tümü bu dünya nimetlerinin hepsini ceplerine indiriyorlar!

Bir buçuk iki yıl önce 10 bin lira maaş üst düzey yönetici geliri sayılıyordu, şimdi asgari ücretin altında kaldı. Ülkeyi yönetenlere bu durum hatırlatılınca son derece “yaratıcı” bir yanıt veriyorlar:

-Bayrak inmez ezan susmaz!..

Ülkenin içinde “ezanı susturalım” diyen kimse yok. Dışardan da “Türkiye’de ezan susturma operasyonu” tasarlayan pek kimse bulunmuyor.

Ama iktidar ve medyası tam gaz bu “manevi kulvarda” paten yapıyor. Hepsinin de keyfi yerinde maşallah!..  Geçim sıkıntıları yok. Sadece seçim sıkıntıları var!

Yazının başında “Yarı İslam Cumhuriyeti” haline geldiğimizden söz ettik. Buna uygun bir altyapı olduğundan da kuşku duyulmuyor. Geçenlerde Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş sosyal medya hesabından şu bilgiyi verdi:

-25 yıldır Ankara’da halk sağlığı için hiçbir şey yapılmadı. Şimdi 13 ilçede 220 kilometrelik aspestli (kansorejen) içme suyu boruları yenileniyor.

Ankaralı bir dindar kardeşimiz Mansur Yavaş’a son derece “içten” tepki gösterdi:

-Abdesli boruları niye söküyorsunuz din düşmanları?!!

Şimdi bu canlıya aspestin ne olduğunu anlatmak için önce kimya dersi vereceksiniz. Sonra aspestin, abdes ile bir alakası bulunmadığını izah edeceksiniz. En sonunda da “borular abdes alıp namaz kılmaz” diyeceksiniz ki, bu çok zor bir eğitim sürecine tekabül ediyor. Zahmetli bir iş!

Ne uğraşacaksın? Daha kolay anlayabileceği dilden hızlı bir mesajla kendinize bağlayabilirsiniz:

-Bayrak inmez, ezan susmaz!

İnsanları bu mertebede tutabilmek için dini temelli her şey örgütlerine ihtiyaç var. İçinde din olacak, hiyerarşi olacak, güç merkezi olacak, ekonomik olanakları sınırsız olacak ve bolca para olacak!  

Tıpkı “Mahyacı Cemaati” gibi! Okulları var, vakfı var, hafta sonu çiftlikleri var. Lüks otomobilleri var. Devlet içinde yapılanmaları var. Belediye başkanları var. Hakimleri savcıları var. Efendileri için kendilerini feda edecek “kurbanlık” müritleri var. Elbette tacizler, tecavüzler ile utançlar ve utanmazlıkların harmanlandığı son derece gizlenmiş hayatları var.

Mahyacılar Cemaatinin adını sanını hiç duymamış olanlar için söyleyeyim: Bu cemaatin yaratıcısı Atay Sözer!


Cide Belediyesi Rıfat Ilgaz Roman Ödülü’nü alan “Dünyanın En Kötü Avukatı” adlı eserin yazarı.

Kitaptan tadımlık bir bölümü de buraya alalım da ülkemizdeki  cemaat vaziyetinin en önemli özelliğinin edebiyata nasıl yansıdığını görelim:

“İçeri girdiğimde Hoca Hazretleri tek başınaydı, bu defa üzerine sarı uzun bir entari giymişti. Beni görünce gülümsedi. Gel bakalım Zehra kız dedi. Elini uzattı. Gidip elini öptüm başıma koydum. Alnımdan sonra bu defa dudağımdan öptü. Çok utandım. Yine kucağına oturttu. Seni buraya neden çağırıyorum biliyor musun; dedi. Ben hayır dedim… Sende bir ışık gördük. Senin beyin kıvrımların geniş… Allah’ın sevgili kulusun,  çok az kişinin bildiği sırlara vakıf olma vaktin geldi, hazır mısın, dedi. Çok korkuyordum. Hiçbir şey anlamadım. Burada olanları hiç kimseye anlatmayacaksın tamam mı dedi. Yemin et annenin üzerine dedi. Ettim. Sonra sürahideki kırmızı şeyi bir bardağa döktü. Okunmuş şerbetmiş içmem lazımmış. Ben de içtim. Birden uyku bastırdı, gözlerim ağırlaştı, uyumuşum.”

Roman Zehra’nın intihar haberleriyle başlıyor, sonra hamile olduğu ortaya çıkıyor. Sonra da avukat Aykut Dere devreye giriyor. Örnek(!) cemaatin bütün mahareti ortalığa saçılıyor. Belki bu romanın bir de filmi yapılır:

12 Ağustos 2023 Cumartesi

ALACAĞIN OLSUN WALT DİSNEY

İlk çocukluk yıllarımın en sevimli çizgi roman dergisi Pulhan yayınlarından çıkan “Miki” dergisiydi. Pek çok karakterin komik, meraklı maceralarını keyifle okur ve okuma alışkanlığımı da geliştirirdim.

Derginin kapağının üstünde koskoca “Walt Disney” logosu dururdu. Bir karikatürist olduğunu öğrendiğim Disney’in dergideki tüm çizgileri yazıp çizdiğini zanneder ve müthiş bir hayranlık duyardım. Bu kadar çok şeyin tek bir kişi tarafından yapılması olağanüstü bir şeydi gerçekten.

Öldüğünü öğrendiğimde çok üzülmüş, adeta yasa bürünmüştüm “Bir daha bunlar çizilemeyecek” diye.

Daha sonra Disney’in tüm karakterlerinin yaratıcılarının başka kişiler olduğunu öğrendim, zaten benim okuduğum seri de İtalyanların yaptığı “Topolino” dergisinden çevirilermiş.

O dergiler büyük bir ekip tarafından hazırlanıyormuş; Walt Disney tüm karakterlerin teliflerini alıp kendi logosu altında servis eden önemli bir kapitalistmiş.


Disney firması özellikle çocuklara yönelik ürünleriyle küresel bir şirkettir.

Eğlence parkı Disneyland dünyanın pek çok yerinde bulunmaktadır.

Disney yapımı filmler sinema dünyasında önemli bir yerdedir.

Tabii ki gelişen teknolojiyle Disney bir dijital platform da oluşturdu…

Özellikle pandemi döneminde bu platform epey bir izleyici buldu.

Elindeki filmler dışında buraya özel yeni içerikler de üretilmeye başlandı her ülkeye kendi içeriğini üretmesi için olanak sağlandı.

Recep İvedik dahil birçok film projesi hazırlardı; bunlar arasında bizim için en önemlisi “Atatürk” filmiydi. Daha önce birkaç kez yapılmasına rağmen bunun daha önemli bir iş olduğu söyleniyordu, beklentiler de epey yükselmişti doğal olarak. Görmediğim için nasıl olduğu konusunda yorum yapamam. Belki de sıradan belki de kötü bir iş çıkacak veya söylendiği gibi hakkını veren esaslı bir iş.

            Bu arada Hollywood’da bir senaristler grevi başlatıldı, oyuncular da buna destek verdi. Birçok önemli filmin çekimi durma noktasına geldi. Greve gidenlerin istekleri arasında dijital kanallarda gösterilen filmlerden alınacak telif ödemeleri de vardı.

            Bizde henüz pratiğe geçilmese de başka ülkelerde çeşitli mecralarda gösterilen filmlerin senaristi, yönetmeni, oyuncusu bir telif ödemesi alır. Bu o film için aldığı ücretin dışında bir paradır ve yayıncı kuruluş tarafından ödenir. Bir kanal için de bu hatırı sayılır bir yekûn tutar.

            Disney bu durumda ani bir karar alıp bu teliflerden yırtmak için tüm dünyadaki platformların yerli içeriklerini kaldırdı; bu durumda Recep İvedik filmi de Atatürk filmi de yayınlanmayacak. Elbette Disney’e göre Atatürk filmiyle Recep İvedik arasında bir fark yok ikisi de ticari bir meta sadece. Atatürk’e bizim gibi bakmasını beklemek de biraz safdillik olur.

            Gelelim Ermeni diasporasına… Atatürk ve Türkiye konusunda kronik bir karın ağrıları olduğundan bu isimleri duydukları zaman hemen fırlıyorlar. Atatürk filmiyle ilgili de aynı şeyi yapıp feryada başladılar. Disney gibi güçlü bir şirket para söz konusu olduğunda değil diasporayı mezarından Walt Disney çıksa tanımaz; eğer Atatürk filminin para getireceğine inansa onu mutlaka gösterirdi.

            Ama tüm platformlardaki filmlerle birlikte Atatürk filmi de kalkınca diaspora üzerine alındı “Biz dedik de ondan kalktı” diye havalara girdiler.

            Bizdeki çevreler de bunun böyle olduğuna hemen inandılar ve Disney’e de diasporaya da saydırdılar haklı olarak.

            Diasporayı ciddiye almaya pek gerek yok ama Disney’e tepkiler kesinlikle sürmelidir.

            Öncelikle tüketici hakları açısından ciddi bir suç vardır. Birçok kişi yerli içerikler ve özellikle Atatürk filmi var diye üye oldu, bu bir taahhüttür ve yerine getirilmemiştir yani dolandırılmıştır. Parasını peşin verip sipariş ettiğiniz ürünün size ulaşmaması durumudur.

            Çocukluk dünyamda beni yanıltan Walt Disney gene yaptı yapacağını anlayacağınız. Ama bu defa yemezler; üyelik iptalleriyle birlikte bu konuda davalar açılması ve mahkeme kararıyla Atatürk filminin platforma konulması sağlanabilir.

             

 

 

21 Haziran 2023 Çarşamba

10 LİRANIN İNANILMAZ HİKAYESİ

 




10 LİRANIN İNANILMAZ YOLCULUĞU, SMİRNA YAYINLARI/ GENÇ KİTAPLAR'DAN ÇIKTI


Dünyadaki herkes biri birine altı adım uzaklıktadır.

                   Friges Karinthy

Her insan ayrı bir yaşam hikayesi.

Yollar, insanlar, olaylar...

Tüm bunlar bir an gelir aynı noktada buluşabilir mi?

Peki tüm yol kesişmelerinin nedeni ON LİRA olabilir mi?

Kim bilir belki siz de şu anda ALTI ADIM uzağınızdaki biriyle aynı hikayedesiniz.

Bu İNANILMAZ YOLCULUK sizin için.

Bak ve Gör!

Nice insanlar farkına varmadılar

Birbirlerine dereler tepeler kadar yakın

Bir arpa boyu kadar uzaktılar



13 Haziran 2023 Salı

İNSAN SIKINTISI


Diyojen’in elinde feneri “İnsan arıyorum” diye dolaştığı kadar var.

En öncelikli sorunumuzun “nitelikli insan” olduğu artık iyice netleşmiştir.

Kifayetsizler, muhterisler ve daha da katmerlisi olarak kifayetsiz muhterisler dört bir yandalar…

Sağda, solda, ortada, yukarıda, aşağıda her yandalar.

Yıllar boyu cilalanmış, şişirilmiş, kanaat önderi duayen kılığına sokulmuş tiplerin aslında birer boş teneke olduğu gerçeğinle karşılaştığında; bunca yıldır enayi yerine konduğuna mı yoksa haybeye geçen zamana mı yanarsın?

İlgililer bilgisiz, bilgililer de artık umutlarını kestiklerinden dolayı ilgisiz durumdalar.

Son kalan birkaç güzel insan da güzel atlarına binip teker teker gidiyorlar.

“Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” (Yaşar Kemal pek yaşa)

Hepsi her konuda bilgisiz fikir sahibi, hepsi birer herhaltogolog…

“Şöyle yap, böyle yap, bu yoldan git” diye kafanı karıştırıp ayağını tökezletirler.

Ayağın bir kez tökezlemeye görsün hadlerini aşıp ayar vermeye kalkar bu ayarsızlar.

“Ben demiştim, bak haklı çıktım” derken büyük bir haz duyarlar.

Her meslek grubundan var bunlardan.

Ama en görünür gruptan olduğu için politikacılar, basın erbabı ve televizyon gülleri ön planda.

Aslında bütün renkler aynı derecede kirleniyor ama birincilik beyazda (Özdemir Asaf hep yaşa).

Bari benden bir iki adım önde ol yahu, önde ol da biraz olsun önümdeki çukuru göreyim en azından.

Düşünün halimizi ben bile en azından üç adım öndeyim ondan hem çukurları kolluyorum hem de bu kifayetsizleri uyarıyorum, “Dur ulan dur düşeceğiz şimdi” diye.

Bir de Brueghel’in “Körlerin yürüyüşü” tablosundaki gibi ardıma geçmişler, elleri sırtımda benim de dengemi bozup düşürecekler sonunda.

Yolun sol şeridi tamamen boşaldı insana hasret sol şerit.

Orta şerit bile giderek azalıyor, ona bile razı olur hale geldik.

Sağ tarafta inanılmaz bir yığılma, inanılmaz bir tıkanma var.

Gitmiyor bir türlü gidemiyor, kilit oldu kaldı trafik.

Herkes biliyor artık şoförün ehliyeti olmadığını.

Herkes biliyor artık otobüsün freninin tutmadığını.

Herkes biliyor artık bu yolun çıkmaz olduğunu (Leonard Cohen sen de hep yaşa).

Bunların ortak özelliği her şeyi bildiklerini zannedip aslında hiçbir şey bilmemeleridir.

Daha da kötüsü her şeyi yanlış bilmeleridir.

Tek becerileri durmuş saatinin günde iki kez doğruyu göstermesini bile becerememeleridir.

Sanıyorum bu durum bulaşıcı, ciddi bir salgın halinde yayılıyor, herkes birer gergedana evriliyor (Ionesco da hep yaşasın).

İnce zevkler kalınlaşıyor giderek.

Romantizm pornoya dönüşüyor.

Normal olmak anormal sanılıyor.

Ekonomi, terör, irtica falan değil; öncelikli sıkıntı insan sıkıntısı.

Henüz hepimiz bozulmadan feneri alıp dolaşarak haykırmak gerek:

“İnsan arıyorum.”

 

OTOBÜSE BİNERKEN



            Otobüse binerken nelere dikkat edersiniz?

            Önceliğiniz nedir?

Otobüsün firması önemlidir elbette, güvenilir, bildik bir firma olması tercih nedenidir.

Sonra otobüsün bakımının yapılmış olması, frenlerinin sağlam olması önemlidir.

Otobüsün konforu da es geçilmemelidir, koltuklar rahat olmalı, ayak mesafesi geniş olmalı, uzun boylular bile ayaklarını rahatlıkta uzatabilmeli.

Havalandırma sistemi sorunsuz çalışmalı.

İkramlar bol olmalı.

Şoför de önemlidir, bir kere ehliyeti olmalı mutlaka, deneyimi olmalı.

Ama hepsinden önce otobüsün bileti önceliklidir yani nereye gideceğiniz, öncelikli olmalıdır.

İzmir’e gitmek isteyip de Adana otobüsüne binerseniz, bunların hiç önemi yoktur.

“Adana’ya gidiyor ama şoför çok kafa dengi abi” demenin bir anlamı yoktur.

Ama bunlardan da önemli şeyler varmış meğer, ben hesap etmemişim.

Bu işler artık başka türlü işliyormuş meğer.

***



Uzun yol için bilet alıp otobüse bindim, baktım benim yerimde başkası oturmakta.

            “Arkadaş burası benim yerim.” dedim.

            Mahcup olmuştu gülümsedi:

            “Biliyorum, ama benim yerimde de başkası oturuyormuş; muavin, sen de başka yere otur dedi. Ben de buraya oturdum.”

            Muavin geldi: “Bilader yeni usul böyle artık, iki saat yer arama derdi yok, geç kafana göre takıl, boş bulduğun yer çök.”

            “Olur mu öyle şey yahu? Her şeyin bir kuralı var.”

            “Senin o dediğin eski otobüs sistemindeydi, şimdi yeni otobüs sistemi var; maksat vatandaşa kolaylık ister cam kenarı ister koridor, istediğin yere çök.”

            Gerçekten de insanlar, istedikleri yere çöküyorlardı.

            “Ama olmaz ki o zaman ne diye bilet satarken numara veriyorsunuz?”

            “Yahu bak bu kadar insan biniyor bir tek sen şikâyet ediyorsun, bir şeyi de beğenin yahu, nankörlük etmeyin hem biraz çabuk ol, böyle sallanırsan iyi yerler kapılacak haberin olsun.”

            Çaresiz, şoför mahallinin arkasındaki koltuğa oturdum.

            Otobüs kısa sürede dolmuştu, yanıma oturan vatandaş gülümsedi.

            “Bu otobüs firması çok iyi, kafana göre takılıyorsun.”

            “Siz memnun musunuz?”

            “Çok memnunum, diğer otobüs firmaları fena halde kıskanıyorlarmış bu durumu.”

            “Sahi mi?”

            “Tabii hele hele burada bir öyle bir şoför varmış ki, aman aman!”

            “Nasılmış?”

            “Bilmiyorum, kelimelerle anlatılmayacak biriymiş, dünya böyle bir şoför görmemiş.”

            Bu arada şoför geldi; lanet suratlı bir herifti önce ayakta durup yolculara şöyle bir baktı.

            “Herkes tamam mı?”

            Muavin, “Tamam kaptan, aynen devam.”

            Kaptan koltuğuna oturdu, kontağı açarken bana döndü:

            “Bilader fren hangisi oluyordu?”

            “Pardon anlamadım.”

            “Fren diyorum, bunlardan biri fren, biri debriyaj, biri gaz; her seferinde karıştırıyorum hangisi hangisi, diye; bu yüzden binmeden önce soruyorum, garanti olsun diye; neticede can taşıyoruz.”

            Hangisinin hangisi olduğunu söyledim; kontağı açtı kalkarken çok fena sallandık.

            Yanımdaki arkadaşa “Böyle kalkışın pek normal olmadığını söyledim.”

            Ama benim dediğim eski otobüs sistemini için geçerliymiş yeni sistemde böyleymiş, sarsılarak kalkılmalıymış ki insanlar uyanasınmış.

            Kaptan, gazı sonuna kadar köklüyor 200Km’yi geçiyoruz.

            “Kaptan biraz hızlı gitmiyor muyuz?”

            “Az bile gidiyoruz, otobüsü şahlandırmak için daha da hızlı gitmem gerek.”

            “Yahu burada hız sınırı 50km.”

            “O eski sistemde öyle, şimdi yeni sistem böyle, kafana göre takıl istediğin kadar bastır, kim tutar beni yahuuu.”

            “İyi de şimdi de ters yöne girdin, karşıdan araçlar geliyor bak.”

            “Edepsizlik yapma ben ters yöne girmem, asıl onların hepsi ters yönde, hepsi benim şoförlüğümü kıskanıyor zaten.”

            “Sen şoför olduğuna emin misin?”

            Bunu der demez direksiyonu bıraktı bana döndü:

            “Haddini bil hadsiz, şerefsiz cibilliyetsiz, haysiyetsiz, geri zekalı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, eşkıya, çürük, sürtük.”

            Bu arada otobüs kendi kendine gidiyor, bu yakama yapıştı.

            “Ben cennetmekan Abdülhamit Han hazretlerinin şoförlüğünü yapmış adamım.”

            “Ne?” 

            “Zaten Kanuni’yle de bacanak oluruz; yakında dört şeritli yoldan aya gideceğiz.”

            “Aaaa bu şoför deliiiiiii!”

            Muavin yanıma geldi: “Sen şoför efendimize nasıl deli dersin, dilini koparırız alimallah.”

            Muavinin de şoförden farkı yoktu, yolculara döndüm.

            “Yahu direksiyonu bıraktı kendi kendine gidiyor, ne olacağımız belli değil, bir şey yapın da durduralım şu otobüsü.”

            Ama kimse işin ciddiyetinin farkında değildi, beni derdest edip bagaja kapattılar; sesimi duyan birilerine haber versin karayolunda son hızla nereye gittiği bir otobüs görürseniz durduramasanız bile önünden çekilip canınızı kurtarın.