DÖRDÜNCÜ MAYMUN

18 Nisan 2024 Perşembe

Yapay Zeka Çiftliği

 



Yapay zekâ bir insanın hayatını kurtarabilir mi?

Hayvanlar, insanlar yapay zekâya sahip olabilir mi?

Salih Görür genetik uzmanı bir bilim adamı, torunu Göz’ün hayatını kurtarır. Bunun için deneylerini bazı hayvanlar üzerinde yapar ve ortaya YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ çıkar.

Böyle bir çiftlikte neler neler yaşanır?

Bu sır, kötü güçlerin eline geçerse ne olur?

Yapay zekâ mı insanı kontrol ediyor, insan mı yapay zekâyı?

YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ’nin kapıları tüm ziyaretçilere açıktır, bu çiftlikteki maceralar okuyucuları ile heyecan kazanmaktadır.

SMİRNA YAYINLARINDAN ÇIKTI


15 Mart 2024 Cuma

TOPLUM MÜTEAHHİTLİĞİ

 


Sinema, en kısa tanımıyla kaydedilmiş görüntüleri kullanarak yapılan bir anlatım sanatıdır.

Edebiyatçı bunu kelimelerle, ressam renk ve lekelerle, müzisyen de seslerle yapar.

TV dizisi, sinema sanatının bir alt türüdür.

Komedi, aksiyon, korku, macera, dram, belgesel, müzikal, kısa film gibi Tv dizisi de bir türdür.

Süresi 60 dakikadan az olanlar kısa film sayılır, bunun üzeri uzun metrajdır.

Sitkom denen mekân güldürüleri 30 dakika civarındadır.

Tv dizileri ise 40-60 dakika arasında olur.

Bizdeki durum da başlangıçta bu şekildeydi.

Ancak RTÜK sonrası getirilen düşünmeden yapılan yönetmelikler sonucu iş şirazesinden çıktı.

Malum Tv kanallarının tek kaynağı program içine aldıkları reklamlardır.

“Şu kadar dakika içinde ancak bu kadar reklam alabilirsin” türünden bir madde olunca 60 dakikalık bir program içine alınacak reklama da bir sınır geliyor.

Bu kez daha fazla reklam için dizilerin sürelerinin artırılmasına gidildi.

Kanalın biri önce 70 dakikaya çıkardı bu aynı zamanda matematik olarak izlenme oranının (reyting) artmasına neden oldu.

Bu kez rakip kanal 80’e çıkartınca diğeri 90’a çıktı.

İş 180 dakikaya ulaştı, gün 24 saat olduğu için daha fazlası mümkün olmadı, gece yasından sonra diğer güne geçiliyordu çünkü.

İşin ta başında tehlikeyi fark eden senaryo yazarları “Yerli Dizi Yersiz Uzun” kampanyası başlatmışlar ve epey ses getirmişlerdi.

Onlara hak vermeyen yoktu, yapımcılar bile “Çok haklısınız biz de çok rahatsızız bu durumdan ama ne çare ki viran olası haneye gelecek ballı lokmalar” var diyorlar ve bir adım atmıyorlardı.

Bu çarpık durum dizilerin önce fiziksel, sonra da kimyasal yapısını bozdu.

Öncelikle sahnelerin uzamasına, gereksiz sahnelerin çıkmasına neden oldu, iş bir kekemenin fıkra anlatmasına döndü; izleyicinin izleme keyfi önce kaçtı sonra da deforme oldu.

Bir öykünün başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olur ama öykü bir türlü bitmeyince işin kontrolü de iyice kaçtı.

Sonunda öykü tükenince bu defa “Acaba bu bölüm ne uydursak?” durumu çıktı.

Senaristler başlangıçta senaryoyu bir yere götürürken bu defa senaryo senaristi istediği yere götürmeye başladı.

Eşeğinin kontrolünü kaybeden Nasrettin Hoca’ya “Nereye?” diye sormuşlar o da “Eşeğin götürdüğü yere” demiş.

Bizim senaristler de senaryonun götürdüğü yere gidiyor.

Senaryolarda duygu sıçramaları, karakter sapmaları, bağışlanmaz mantık hatalarından geçilmiyor.

Önce başka ülkelerde yapılan dizilerden uyarlama yoluna gidildi, onlar başı sonu belli olan işlerdi yani bir süre “senaryo ne olacak?” sorunu yoktu.

Tabii o dizilerin süreleri normal insanlara göreydi, kısa sürede o işteki öykü bitiyor bu kez senaristler gene “Acep ne yazsak da durumu kurtarsak?” girdabına düşüyordu.

 

Elbette reyting almak için izleyicinin yumuşak karnını bulup o yönde öyküler yazılmaya başlandı. İş şiddet pornografisine dönüştü, izleyen farkında olmadan o şiddetten hoşlanmaya başladı; tıpkı uyuşturucu tutkunluğunda olduğu gibi o şiddet yetmeyince de şiddettin dozu her seferinde arttı ve artmaya devam ediyor.

Marjinal ilişkiler sanki hayatın doğal akışında olan sıradan olaylar gibi gelmeye başladı.

 

Sinema, toplum mühendisliği için çok etkin bir araçtır, bu bilinçli olarak yapılarak toplum egemenlerin istediği kıvama getirilir.

Örneğin sigara alışkanlığının bu kadar yaygın olmasının en önemli nedenlerinin başında bir dönemin rol model starlarının her filmde yerli yersiz içtikleri sigaralardır tabii sigara firmalarının o filmlerin sponsoru olduğu pek bilinmez.

Film izlerken kola içip patlamış mısır yeme alışkanlığı da sinema sayesinde dayatılmıştır, kolasız ve mısırsız film izlemek çok büyük ayıptır.

Sevgilisiyle konuşurken kullanacağı sözler, ona ne tür hediyeler alması gerektiği de bunlar tarafından belirlenir.

Erkeğin küçük kutu içindeki tektaş yüzükle sevgilisinin önünde diz çökerek yaptığı evlilik teklifi klişesi sinema yüzünden yerleşmiştir. Bu veya bunun çeşitlemesi olan bir şekilde yapılmayan evlilik teklifleri kesin ayrılık nedenidir.

Yani toplumu güzelce yoğurup, kulak memesi kıvamına geldiğinde istedikleri şekli verirler.

Bu rezil durum ayrı bir yazının konusudur ve ciddi biçimde irdelenmelidir.

Bizdeki durum ise kontrolsüz, bilinçsiz yapılan bir toplum mühendisliğidir aslında daha çok bir Laz müteahhit durumu vardır.

Toplumu istediğim kıvama getireyim diye bir niyet yoktur belki ama sonuç faciadır.

***

Varsayalım ki dizi senaristleri Bürümcük Hanım’la Sülün Bey ve “Öksürük Şurubu” adlı diziye başladılar.

Başlangıçta her şey güzel gitti konu her zaman tutan bir konuydu.

İki farklı kutupta olan Montegü ve Kapulet ailesinin çocukları Romeo ve Jülyet birbirlerine âşık olmuşlardır. Aileler bu duruma karşı çıksalar da aşk galip gelir ama bu durumda öykü biteceği için bir şekilde devam etme zorunluluğu olur.

Romeo ve Jülyet evlenir; ama bu defa Romeo’nun dedesi Jülyet’in anasına yeşillenmeye başlar, Jülyet’in anası hamile kalıp bir oğlan doğurur bu çocuk Jülyet’in kardeşi dolayısıyla Romeo’nun kayınbiraderidir ama çocuk aynı zamanda Romeo’nun amcası olur. Jülyet’in babası da Romeo’nun anasını hamile bırakır, çocuk Romeo’nun hem kardeşi hem de eniştesi olur.

Tam bu arada Hamlet gelir o da Jülyet’in eltisine yürümeye başlar.

Şimdi Hamlet’in bu senaryoyla ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz, hiç ilgisi yok.

Ama senarist Bürümcük Hanım şu anda yıldızım parlıyor bu arada bir dizi daha çıkartayım diye “Sandık Tozu incisi” adlı bir diziye daha başlamıştır, ama yorgunluktan olsa gerek o hikayedeki Hamlet karakterini yanlışlıkta buraya sokmuştur daha da fenası buradaki Romeo da öteki diziye girmiştir.

Sonra Fuzuli diye bir karakter zuhur eder, aslında bu gerçek karakterdir ve diğer senarist Sülün Bey’in kayınçosudur bizimkine fena borç taktığından alacağının peşindedir, bir yandan senaryo yetiştirme telaşı bir yandan alacağının peşinde koşmak derken devreleri yanmış ve Fuzuli’yi farkında olmadan diziye sokmuştur, o da Romeo’nun babasına yürümeye başlamıştır.

Peki izleyici bu duruma ne demiştir?

Hiçbir şey dememiştir çünkü her gece 4-5 saat ekran karşısında bunca saçmalığı izleye izleye beyni dumura uğramış bu yüzden de bir şey fark etmemiştir.

Yani bu durumu Shakespeare gelse çözemez.

***

Sonuç olarak dizilerin yersiz uzatılması bundan dolayı izleyiciyi ekran başından kaçırmamak için senaryoların pornografik bir hale evrilmesi izleyeni de beğeni düzeyi düşmüş bir kitleye dönüştürmüştür.

İşte size kontrolsüz yapılan bir toplum mühendisliği daha doğrusu toplum müteahhitliği örneği, ama kim bilir belki de kontrollüdür!

Belki işi yapanlar farkında olmadan bir üst akıl tarafından yönetiliyordur.

8 Mart 2024 Cuma

BİR AFİŞİN ÖYKÜSÜ

 

Kadın haklarının sembol bir afişi vardır “We can do it- Yapabiliriz”. diyen “Perçinleyici Rose/ Rosie the Riveter” resmi.

Bu afişin ilginç de bir öyküsü vardır.

Naomi Parker Fraley 2.Dünya Savaşı sırasında bir fabrikada çalışmaya başladı; günün birinde fabrikaya gelen bir fotoğrafçı çalışan işçilerin fotoğraflarını çekti.

Bir dergide yayınlanan fotoğraflar grafik sanatçısı J. Howard Miller’in ilgisini çekti.

Bu fotoğraftan yola çıkarak o ünlü afişi tasarladı.

Afiş bir anda kadın haklarının ikonu haline geldi, ama Neomi Panker’in adı uzun süre bilinmedi.

 Ancak 1984 yılında, evli ve 5 çocuk annesi olan Geraldine Doyle bu afişteki kişinin kendi olduğunu iddia etti, çünkü o da bir zamanlar fabrikalarda çalışmıştı ve verdiği röportajlarla kamuoyunu uzun süre meşgul etti.

Neden sonra Naomi Parker Fraley’in afişteki gerçek kişi olduğu kanıtlandı.

96 yaşındayken de hayata veda etti.




Neomi 


Geraldine Doyle




Neomi Parker




Neomi Parker

6 Mart 2024 Çarşamba

FRANSIZ MÜLTECİLER



Varsayalım ki Fransa’da bir iç savaş çıktı…

Devrimden sonra rahat battı, bu Fransızlar kendilerine hırlaşmak için yeni bahaneler aradılar.

İlk kavga gastronomi alanında kendini gösterdi.

Fransız mutfağının ünlü şeflerinden Michel Troisgros, “Boeuf Bourguignon” yaparken yeni bir yöntem getirdi ve kırmızı şarap yerine beyaz şarap kullandı.

Diğer bir şef olan Yannick Alleno ise buna şiddetle karşı çıktı.

“Eski şehre yeni kural olmaz, beyaz kırmızının yerini tutmaz” sloganıyla bir manifesto yayınladı.

Ülke bir anda Michelciler ve Yannickciler olarak ikiye bölündü.

Buna “Şefler Savaşı” dönemi dendi.

Arnaud Donckele da önemli bir şefti ve uzmanlığı salyangoz üzerineydi o ikisine de karşı çıktı “Neticede dana eti, kırmızı koysan ne yazar beyaz koysan ne yazar? Bizim has yemeğimiz salyangozdur” diye bir manifesto da o yazdı.

Tam bu noktada feminist aktivist ve bir vegan olan Marlène Schiappa  “Dünya Barışı mutfakta başlar, hayvan katliamına son, ceset yemeyin; hayvanları sev, yiyenleri döv.” başlıklı aykırı bir manifesto ortaya attı, Eyfel önünde toplanan milyonlarca kişiye bunu okudu.

Bu dönem de “Manifestolar Çarpışması” olarak adlandırıldı.

Bu konuşmayı dinleyenler arasında ünlü aktirist İsabella Adjani de vardı ve bu manifestoya katıldığını açıkladı bu defa bir başka aktirist olan Vanessa Paradis onun tam tersi bir açıklama yaptı, sonra İsabella gelip Vanessa’nın saçını çekti, iki kadının arasını bulmaya çalışan yönetmen Luc Besson’un ise arada kaldığı için kafası kırıldı böylece sinema alemi de bu kavgaya bulaştı.

Yazarlar, ressamlar, müzisyenler derken bütün Fransız entelektüel çevresi topa girdi…

İşin içinde top olunca futbol dünyasının uzak kalması mümkün değildi tabii.

Bu tartışmaların nasıl oldu da futbol alanına sıçradığı kimse tarafından anlaşılamadı.

Neticede Paris Saint-Germain, Lyon, Marseille taraftarları birbirine girdi.

Sonra Jakobenler, Jirondenler, Hebertistler, Burjuvalar, Köylüler saklandıkları yerlerden ortaya çıktılar.

Devrimin başladığı Bastil Hapishanesi şimdi olmadığı için onun yerinde bulunan Bastil Alışveriş Merkezi basılarak yağmalandı.

Ardından başkanlık sarayı basıldı, Macron “Yahu nasıl oldu da bu aşamaya gelindi?” sorusunun yanıtını bulamadan alaşağı edildi.

Concorde Meydanı’na gene giyotin kuruldu ve herkes biri birinin kafasını kesmeye başladı, kan oluk oluk akıyordu, bu durumda kimsenin can güvencesi kalmamıştı.

Milyonlarca Fransız ülkelerini terk etme aşamasına geldi.

İyi de nereye gideceklerdi?

İçlerinden birinin aklına geldi.

Türkiye denen bir ülke varmış onlar her geleni hiç geri çevirmeden içeri alıyormuş.

Hatta onların bir başkanları varmış “Biz ensarız bize gelin” diye istemeyenleri bile kolundan tutup zorla getiriyormuş.

Çok misafir severlermiş, yüzleri tutmadığından gelen misafirlere “Yetti gayrı artık gidin” demezlermiş.

Yer verirlermiş, iş verirlermiş, sağlık, eğitim onlara bedavaymış, kendi halkına bir şey vermese de misafir diye öncelik hep onlardaymış, yani yemezler yedirir, giymezler giydirirlermiş.

Hatta onlara maaş bile bağlarlarmış.

Bunu duyan 5 milyon Fransız resmi 5 milyonu da kaçak yollardan Türkiye’ye ulaştı.

10 milyon Jean Piyer, Louis, Henri, Nicole ülkenin büyük şehirlerine yerleştirildi ve vatandaşlık verildi.

Eğitimli, liyakatli insanlardan oluştukları için köşe başlarındaki yerlere getirildiler, fazla köşe olmadığından da normal vatandaşlara hiç yer kalmadı.

 

Tabii Fransız mültecilerin durumu ülkede bazı tartışmalara da neden oldu.

Suriyeli Eyhem el Habib “Bu Fransız meselesine acil çözüm bulunmalı güzel ülkemizde ne işleri var, bizim ekmeğimiz bölünüyor yahu!” derken Afgan Abdülcabbar da “Bu Fransızları hemen geldikleri yere yallah diye postalasınlar bu yüzden güzel ülkemizin demogojofik, demorojofik, deromobokik; işte her ne boksa o yapısı bozulacak!” diye tepkisini gösterdi.

 

Daha önceden Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı bir politika yürüten milliyetçi bir parti ise bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi, genel başkanının beyin devreleri yandı ve “French Syndrom” teşhisi ile Bakırköy Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedaviye alındı.

Peki ülkenin gerçek sahibi sıradan vatandaş bir şey demedi mi?

Dedi demesine ama onlar azınlıkta kaldıklarından sesleri davulcu yellenmesi gibi kaldı; kimse duymadı.




ÇEDES



“Çevreye duyarlı” diye başlayınca sanıyorsunuz ki yeşili seven, doğayı koruyan, Akbelen’e, Kazdağı’na sahip çıkan, zehir saçan, siyanür yayan sanayiye karşı bir gençlik yetiştirmeyi hedefleyen bir proje.

Burada “çevre” ifadesi bizim sazan gibi her söze inanan, kendini seküler olarak tanımlayan vatandaşımı kandırmak için uzatılan bir “havuç” aslında.

Daha önce de aynı sazanlığı göstererek ve “Yetmez ama evet” diyerek bugünlere gelmemizi sağlayan yol taşlarının döşenmesini alkışlamışlardı.

ÇEDES projesinin açılımı: “Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip çıkıyorum.”

Milli Eğitimin sinsi bir şekilde karanlığa boğulma sürecinde önemi bir adım.

Burada sahip çıkılan değerlerin hangi zihniyetin değerleri olduğu belli tabii ki.

Okullarda bugüne kadar öğretmenlik sertifikası olmayanlar ders veremiyorlardı.

Elbette bakanlık istediğine sertifika verebiliyordu; ama yeni sisteme göre artık bu zahmete katlanmaya gerek kalmıyor.

Artık istenen kişi rahatlıkla okullara girebiliyor…

İmamlar, vaizler, birtakım abiler, ablalar okullarda.

Evrim konusu zaten çoktan çıkmıştı müfredattan.

Onun yerine “yaradılış” bilimsel bir biçimde duhul oldu.

Çamurdan Âdem ile kaburga kemiği bu negatifliğin pozitif unsuru.

Sertifikasız öğretmenler çoğunluğu sağlayınca sertifikalılar dış kapının mandalı.

Yeşili sev evladım, her yeri yeşile boya, cüppe yeşil, takke yeşil, bayrak yeşil.

Değerlerine sahip çık…

Tarikat şeyhin her şeyin en doğrusunu bilir evladım ona itaat et, sözünden zinhar çıkma.

Onun sözleri dünyamız gibi dümdüzdür, dosdoğrudur.

Sakın ola “Ama niye öyle oluyor, bu çok saçma” türünden sorular sorup da hoca efendilerin zor duruma sokma.

Öyle gereksiz bilgilerle o güzel dimağını meşgul etme, şeyhin senin yerine düşünür, sen düşünürsen kafana zararlı fikirler üşüşür.

Senin işine yarayacak şeyleri öğren yeter…

Anan baban öldüğünde cenazesinde “Ne yapacağım?” diye düşünme, gel sana tatbiki olarak öğretelim.

Berkecan çocuğum sen gel buraya mevta gibi uzan, çocuklar siz de burada saf tutun…

Haydiii “Er kişiiii niyetineeee…”

Pelinsu ağlama yahu, anan baban gerçekten ölmedi daha bu provası, ama neticede kazık kakacak halleri yok bir gün gelecek nalları dikecekler işte biz o güne hazırlık yapıyoruz.

Kurban nasıl kesilir öğrenmeniz gerek, bak burada kurbanlık maketi var; Özgür evladım gel de kardeşlerine göster bakalım bir hayvan nasıl boğazlanır?

Önce ne yapıyorduk?

Önce hayvanın gözünü bir bezle bağlıyorduk, sonra ayaklarını sıkıca bağlıyoruz ki kaçmasın.

Kaçarsa maazallah işin yoksa düş beşine kovala.

Hele bir de büyükbaşsa hafazanallah!

Bütün emniyet birimleri, zabıta, itfaiye seferber olur tut tutabilirsen.

Sonra elinle hafif hafif boğazını okşuyorsun, bunu yaparken de tekbir getiriyorsun; sonra bıçağı aniden harst diye çekiyorsun, kanları fıııış diye fışkırıyor, hayvan da böğürmeye başlıyor.

Aaa Alper ne oldu yavrum niye bayıldın, aaa Begüm de bayılmış?

Emre niye kustun ulan Hidayet ağabeyinin üzerine?

Aaa Ayça da halıya çıkartmış, kızım kim temizleyecek şimdi orayı?

Çocuklar nedir bu haliniz, hiç mi “Testere” filmi izlemediniz yahu?

Şimdi bu kadarcık şeyden tırsarsanız yarın şeriat düzenine geçtiğimizde dindar ve kindar bir nesil olarak kafirleri nasıl keseceksiniz?

Neticede Çedes çok önemli bir projedir.

“Çeneni kapa, dizini kır otur, imama uy…”

 



25 Şubat 2024 Pazar

KUSURSUZ CİNAYET

“Kusursuz cinayet var mıdır, yok mudur?” sorusu adli tıp uzmanlarına çok sorulan bir sorudur. Aslına bakarsanız cinayetin kendi zaten “kusurlu” bir eylemdir.

Bütün polisiye romanlarda, filmlerde işlenen cinayetleri olayın hafiyesi gelir kıldan, tüyden, bırakılan izlerden yola çıkarak veya birtakım akıl oyunlarıyla suçluyu yakalar.

Katilin kim olduğunun ortaya çıkması o cinayetin kusursuz olmadığının göstergesi midir acaba?

Peki Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Ahmet Taner Kışlalı’ya uzanan faili meçhullerde (aslında faili malum) katil bilinmesine rağmen ele geçmemesi cinayeti kusursuz yapar mı?

Depremlerde, maden kazalarındaki beceriksizlikler sonucu işlenen toplu cinayetlerin failleri “kusursuz cinayet” ödülüne hak kazanmış olabilirler mi?

 

Adli tıp uzmanı karikatürist Prof. Halis Dokgöz yeni çıkan KUSURSUZ CİNAYET kitabında bunun gibi konulara değiniyor. Sadece cinayet değil, birçok kriminal konuya hem uzman hem mizahçı kimliğiyle yaklaşınca ortaya teknik ifadelere boğulmamış, keyifle okunan bilgi veren yazılar çıkıyor.

Cinayetlerin aydınlatılmasında yer alan dedektif böcekler, seri katiller, yüz sene sonra uyandırılmak için kendini donduranlar, cinsel suçlar, akla zarar sendromlar epey öğretici bu gibi konulanda roman, senaryo yazanlar için de başucu kitabı olacak bir kaynak, senaryo deyince izlediği filmlerdeki vahim hataları hiç affetmemiş hemen yakalamış.

Halis Dokgöz’ün bu işi keyifle yazdığı belli devamını getirecek gibi.

 

Ancak bu kusursuz cinayetler konusunda şöyle bir durum da var.

Artık her santimde bir kamera olmasıyla “AĞABEY SİZİ İZLİYOR” ortamına çoktan geldik.

Bu durumun özel hayatın deşifre olma endişesi yanında olumlu bir yanı da var aslında.

Marketteki kasiyer, taksideki şoför katledilirken tüm ayrıntıların kaydedilmesi ortaya gerçek bir gerilim izlencesi çıkartıyor, tabii bizim hafiyelerin uzun uzun “katil kim?” araştırmasına gerek kalmıyor. Hafiyelik de yakında yok olacak mesleklerden biri olacak sanki.

 

4 Ocak 2024 Perşembe

HAVUÇLARIMIZ NEREDE?

 




Ne güzel havuçlarımız vardı…

Kokusu bir kilometre öteden duyulurdu mis gibi.

Lezzetli, kütür kütür…

Biraz tuzlayıp yerdin kıtır kıtır.

Rendeleyip salata yaptığında ayrı bir lezzeti olurdu üzerine biraz zeytinyağı, bol limon.

A vitamini deposuydu; gözlere iyi gelidi.

 

O havuçlardan şimdi eser yok, nerede bizim o güzel havuçlarımız?

Kim aldı, kim götürdü, kim yedi?

 

“Yetmez ama evet” diyen arkadaşlarımız şimdi o havuçlarını arıyorlar.

Faşizmin çukuruna balıklama dalmamızın nedeni o anayasa referandumunun rezil maddelerini kamufle etmek için araya bazı “havuç” maddeler konulmuştu.

1-Kenan Evren ve darbeci paşalar yargılanacaktı.

2-Kadınlara pozitif ayrımcılık getirilecekti.

3-Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkı gelecekti.

 

Birtakım kullanışlı “romantikler” bunu ilerici, demokrat hatta daha da ileri giderek “devrimci” olarak niteleyip “Yetmez ama eveeeeet” diyerek tam destek verdiler.

Anayasayı hazırlayanları “Che” ilan ettiler…

Çünkü onlar bu havuçları çok sevmişlerdi.

“Aman etmeyin eylemeyin, onlar havuç; bu anayasa bizi bataklığın en dibine gömecek” diyenlerin ne faşistliğini ne gericiliğini bıraktılar.

Neticede havuçlu anayasa referandumdan geçti.

Kenan paşa avanesinden topu topu iki kişi kalmıştı zaten tarih mahkemesinde çoktan yargılanıp hüküm giymiş muhteremler yargı önüne çıkacaktı.  

Ama ikisinin de beyni pelte olduğundan olan bitenin farkında değillerdi, saksı gibi duruyorlar öyle boş boş bakıyorlardı; mahkeme salonuna bile çıkamadılar. Davanın sonucu ne oldu, karar neye bağlandı hâlâ muğlaktır.

O havuç böylece murdar oldu.

Kadınlara pozitif ayrımcılık kulağa gerçekten pek bir hoş geliyordu.

Kadın hakları savunucularının gözünde bu kararı alanlar çok sevimli görünmeye başladı.

Belki de havuçlar içinde en lezzetlisi buydu.

“Kadının beyanı esastır” maddesi geçti ama bunun için önce kadına beyanını soran bir düzenin olması gerekiyordu.

Neticede “İstanbul Sözleşmesi” iptal edildi.

Gene her gün onlarca kadın şiddet görüyor, katlediliyor.

Kadınların havucu daha sofraya gelmeden bir yerlerde yok olup gitti.

Ama en tuhafı Anayasa Mahkemesi havucu olsa gerek.

Çünkü mahkemenin yapısını belirleme yetisi mevcut yönetime ait oluyor, değiştirilen havuç olmayan diğer maddeler bunu getiriyor, yani yasama, yürütme, yargı tek bir yerde toplanıyor.

Buna rağmen bireysel başvuru hakkı güzel bir havuçtu.

Can Atalay bu hakkını kullanıp bireysel olarak başvurdu.

AYM bu yapısıyla bile onu haklı buldu, hakkın ihlal edilmiştir, dedi.

Ama hakkı ihlal eden mahkeme onu tanımadı.

Referandumdan geçen havuçlu anayasa bir darbeyle yok edildi.

Anayasada artık havuç mavuç kalmamıştır…

Biz zaten burnumuzun pislikten çıkmayacağının farkındaydık…

Olan yetmez ama evetçilere oldu, bir lokma bile havuç yiyemediler, çok fena dolandırıldılar.

O güzel havuçları o çürük hıyarlar alıp götürdü.