DÖRDÜNCÜ MAYMUN

5 Eylül 2013 Perşembe

Kadeş Savaşı'nı kim kazandı?

Savaş muhabbeti iyice sıktı; insanlar Suriye’ye gireceğiz, girmeyeceğiz gerginliği içinde. Bu stresten uzaklaşmak için isterseniz biraz tarihi bir konuya değinip kafamızı dağıtalım (Tabii mecazi anlamda).
Konumuz tarihin ilk savaşlarından biri olan Kadeş Savaşı…
Bu savaş bugünkü Suriye sınırları içinde gerçekleşmiştir (Gene mi Suriye yahu, biz konudan çıkalım derken konu gelip bize giriyor !)
Savaş bugünkü Anadolu topraklarında yaşayan Hititlerin Kralı Muvatalli ile Mısır Firavunu Ramses arasında geçer…
Her savaş gibi bu savaş da elinin körü bir nedenden ötürü çıkmıştır, dolayısıyla bir süre sonra çıkış nedeni unutulmuş ancak savaş sürmüştür.
Oysa ki Muvattali ve Ramses’in arası kısa bir süre öncesine kadar pek bir iyidir.
Ramses, Muvattali’yi ülkesine davet etmiş ve Nil kıyısında birlikte sandal sefası yapmışlardır, daha sonra da Ramses, Muvattali’nin daveti üzerine Hitit diyarına iade-i ziyarette bulunmuştur. Ailecek güzel bir tatil geçirmişler ve Hititli ressamlara poz vermişlerdir. Bugün arkeoloji müzesini ziyaret edenler Ramses ve Muvattali’nin bu resimlerini görebilirler.
Ama o ne olduğu unutulan elinin körü nedenden dolayı araları iyice açılmıştır; Muvattali kırk yıllık Ramses’e gıcıklık olsun diye “Remses” demeye başlamıştır.
Eh Ramses de ondan aşağı kalmamaktadır  Bulaşma bana bulaşırım sana” diye posta koymaktadır.
Bu arada deniz aşırı diyarlardan da Muvattali’yi gaza getirenler vardır. 
Gidip gösterelim şu Ramses’e gününü; hadi sen git gir ben de geliyorum” demektedirler.
Muvattali de bu gaza fazlasıyla gelip “Ama ben şöyle bir kapıdan bakıp gitmem, girdim mi tam girerim; o Remses’i piramitsiz gömmeden gelmem” diye işin suyunu çıkartmaktadır
Gir anasını satiim…” diyerek gaz gelişi devam etmektedir.
Muvattali  savaş elbiselerini giydi, silahlarını kuşandı;
Ben gidiyorum siz de geliyor musunuz?” diye deniz ötesine seslendi.
Deniz ötesinden ses geldi “Tamam yahu, teknoloji daha gelişmedi öyle ha deyince gelinmiyor; daha gemileri tersaneden çıkartacağız, forsaları bulacağız, yelkenleri diktireceğiz. Sen başla hele biz yetişiriz merak etme
Bu garanti üzerine Muvattali, Ramses’in üzerine yürüdü…
İki ordu Kadeş meydanında kıyasıya bir savaşa başladı…
Deniz ötesinden hiçbir zaman yardım gelmedi…
İki tarafta da birlerce insan hayatını kaybetti…
Baktılar ki kimse kazanamayacak, bir barış antlaşmasına karar verdiler ve tarihin ilk antlaşması olan Kadeş Antlaşması imzalandı…
Muvattali, Ramses’e gene “Ramses” demeye başladı…
İki ülke bu savaştan uğradıkları zararı uzun süre gideremedi; savaşın tam bir galibi yoktu. Herkes gene başlangıçta olduğu topraklarına sahipti sadece her iki tarafta da nüfus azalmış ve pek çok yer yıkılmıştı.
Daha sonraki yıllarda Mısırlı tarihçiler bu savaşı Mısır’ın zaferi olarak yazdılar…
Hititlilere gelince… Ne yazık ki artık Hitit diye bir ülke olmadığından “Bu savaşı aslında Hititler kazanmıştır” diyecek bir tarihçileri de yoktu.

Savaş İstemiyoruz



6 Temmuz 2013 Cumartesi

Sigaramda Mao Var


Toplumların zaman zaman içinden geçtikleri paranoya dönemleri olabiliyor. Örneğin 2.Abdülhamit dönemi. En başta Abdülhamit’in kendi bizzat paranoya içinde olduğundan bu kademe kademe topluma yansımıştı. Kendinden önceki padişahlar çeşitli darbelerle kimi zaman da katledilerek alaşağı edildiklerinden  Beni ne vakit halledecekler?” endişesine kapılması doğaldı aslında. Bu yüzden kurulan jurnal sistemi ve sansür mekanizması o kadar zıvanadan çıktı ki “Burun” lafı eden bile “Zatı şahanelerinin burnu pek bir heybetlidir, sen şimdi neyi ima ediyorsun bre zındık?”  diye okkanın altına gitti.

12 Mart, 12 Eylül keza 28 Şubat dönemlerinde de benzer paranoyalar yaşanmıştır.
Mao ve ona benzetilen Bahar logosu

Bahar sigara paketinin amblemini yan çevirip bakıldığında Mao’nun portresi çıkıyor; 2,5 liranın arka yüzündeki Atatürk resmini ters çevirip, kalpağını parmağınızla kapattığınızda Lenin’in silueti beliriyor türünden iddialar ciddi ciddi tartışılmıştı. Hatta ben bile uzun süre incelememe rağmen ne Mao’yu ne de Lenin’i görünce “Galiba bende bir tuhaflık var” diyerek başka bir paranoya içine girmiştim.

Senatör McCarthy başlattığı cadı avıyla tarihe geçti
Bu sadece bize özgü bir durum değil tabii Amerika da McCarthy soruşturmalarında ciddi bir paranoya dönemi geçirmiştir.  Cadı Avı tüm dehşetiyle uygulanmıştır. Aydınlar, bilim adamları sanatçılar (ki özellikle sinemacılar) akıl tutulmalarının yaşandığı sorgulamalara maruz kalmışlardır. Kimileri hemen çözülüp arkadaşlarını ihbar ederek günü kurtarmışlar, kimileri de sağlam omurgalarıyla dimdik durup işsiz kalmışlardır. Ama bugün tarih her iki tarafı da bir şekilde anıyor. Başarılı bir kariyeri olan Elia Kazan, Oscar töreninde protesto ediliyor, sinema tarihine başarılarının yanında “ama muhbir” sıfatı eklenerek geçiyor.

 Gelelim bugüne; Gezi Direnişi adıyla başlayıp dalga dalga büyüyen hareket; en tepede zaten var olan bir paranoyayı tetikledi ve kademe kademe yayılmaya başlandı.
Twiter, Facebook mesajları; Cep telefonlarından Zello konuşmaları, Tiyatro oyunlarıyla yapılan darbe provaları vs. Bunların Bahar paketindeki Mao resmi iddiasından çok daha zırva olduğu kuşkusuz. Eh aradan geçen bunca zamanda zırvalama konusunda da bir gelişme kaydedelim müsaadenizle.
Bu paranoyalar ciddi bir insan harcama dönemi başlattı; özellikle medya ve dizi sektörlerindekiler göz önünde olduklarından daha çok uğruyorlar bu kıyıma.
Kişiler hedef gösteriliyor alenen; sadece savcıları değil psikopat katilleri de göreve çağırıyorlar adeta.
Artık bir tesadüf müdür bilemem (Bende de mi paranoya başladı nedir?) tam da bu dönemde gazeteler, televizyonlar el değiştirmeye başladı. Yeni patronlar yazarlarını, programcılarını işten çıkartmaya başladılar; stoklanmış yarışma programları, sunucuları sakıncalı hale geldi diye (ne demekse!) çöpe atılıp yeniden yeni bir sunucuyla çekilmeye başlanıyor (o yeni sunucunun da balıklama işi alması ayrı bir yazı konusu);  müzisyenlerin konserleri iptal ediliyor, dizilerin senaryo yazarlarının işlerine son veriliyor. Yeni dizilerin kadroları artık ellerdeki kara listelere bakılarak yapılıyor. Tepeden tek bir adamın emriyle olmuyor elbette bütün bullar. Ancak bulaşan yaygınlaşan paranoya “Aman neme gerek başımız ağrımasın, çizelim üstünü gitsin” diyerek yapacağını yapıyor. Daha yeni liman ihalesi alan medya patronundan farklı bir davranış bekler misiniz?  (Ne yapsın yani, pişmiş aşına su mu katsın!)
Elia Kazan tarihe şerh düşülerek geçti


Bir paranoya döneminde olduğumuz artık tartışılmaz, ne kadar sürer bilemiyorum ama sonunun ne olacağı belli; bugün üstleri çizildikleri halde dik duranlar o zaman da aynı şekilde durmayı sürdürecekler gerisini ötekiler düşünsün artık. Tarihe Elia Kazan gibi muhalefet şerhi düşülerek geçmek de var…

1 Temmuz 2013 Pazartesi

2 Temmuz Sivas'ın En Karanlık Günü

 

Madımak Yanıyor- 2 Temmuz 1993...37 can anısına... (Otobüs oyunundan) 


SİVAS ACISI

Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var

Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı

Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi

Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye

Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde
                      Aziz Nesin


28 Haziran 2013 Cuma

GEZİ'DEN ÇİZGİLER






GEZİNİN ÖTEKİ YANI




MUTLU VALİ: Gezi Parkı’nda olanlar endişe etmesinler; müdahale olmayacaktır. Vallahi de billahi de olmayacaktır bak yeşil tuttum bir Allah, pardon yeşil kalmamış tutamıyorum ama yemin ediyorum işte; isteyen cepten beni arasın konuşurum, isterlerse ödemeli bile arayabilirler; buyurun gelin birlikte çay içelim poğaça da var; bakın kesinlikle gaz falan sıkılmayacak öhö öhööö bu ne… Yahu evladım bari gaz sıkmadan önce cümlemi bitirmemi bekle, bütün valilik karizmamı çiziyorsun,  bak anılarımı yazmaya başladım seni de yazacağım ona göre…

DOKTOR MİMAR MUHALLEBİCİ BAŞKAN : Vallahi de billahi de bi günahım; emri ferman yüce sultanımızın. Küçükken de hep aynı olurdu, bana bir oyuncak alırlardı bir heves oynamak istediğimde hep ağabeyim alıp o oynardı, bir türlü hevesimi alamazdım. Şimdi de aynı oluyor, bir türlü İstanbul’la oynayamıyorum, oynamak şöyle dursun göstermiyor bile. Nasıl bir şey olduğunu bile unuttum. Topçu Kışlası diye bir şey yapacakmış, hadi göstermiyorsun bari ne yapacağın hakkında bir bilgi ver; gazeteciler bir şey soruyor kem küm cevap veriyorum haydiii tam tersini söylüyor. Adamlar sonra “Sen orada bostan korkuluğu musun?” demezler mi? Ah kafa ah ne diye bulaşırsın bu işlere, otur kazandibi tavukgöğsü sat adam gibi…

MİSBAH BAŞKAN: Ben konuşmam, benim ağzımdan laf alamazsınız… Ne demek “Taksim’de bundan sonra ne olacak?”  ne anlamsız bir soru. Ben ne bileyim, belediye başkanı mıyım ? Pardon ne dediniz ? Sahi ya bir ara belediye başkanı seçilmiştim, unutmuştum valla… Ama olsun gene de konuşmam, muhallebici başkanım konuştukça madara oluyor, ondan ibret alıp susuyorum. Hem bırakın bu anlamsız şeyleri ben size pederimden duyduklarımı anlatayım da şaşın kalın, cennette verilecek olan huri ve gılman sayısına zam gelmiş biliyor muydunuz? Gezi’yi falan bırakalım da doğru cennete gidip kuralım çadırlarımızı…


İÇ İŞİMİN BAKANI: Toma’mız var, biber gazımız, gaz bombamız, copumuz, plastik mermimiz... Bir heves çıktık tam girişeceğiz aaa herifler yayılmışlar çimenlere, kurmuşlar çadırları, kitap okuyorlar. Eskiden olsa kitap okumaları analarını ağlatmak için yeterli bir nedendi, ama şimdi pek yemiyor. Ne olur kalkıp bir şey söyleyin, bir hareket falan çekin bari. Bu kadar polisi getirip diktik buraya sıkılıyor çocuklar… Yok mu bizim taşeronlardan kimse gelip taş maş atsın da saldırmaya bahanemiz olsun… Ahhh kafam… Nereden buldunuz bu geri zekâlı taşeronu, taş at dedikse kafama mı at dedik? 



POLAT ALEMDAR: Bize azar azar nazar değdi; biz her zaman söylemiş bulunmuştuk, yok yani dediğim üzere aynen böyle oluyor bir şeyler yapalım çabuk olalım ama acele etmeden hızlı hızı ve yavaşça bitirelim yani. Bakın kedilerin gözleri vardır, fosforludur parlar ayrıca kedilerin kuyruğu da olur kediler dört ayaklıdır ve dört ayakları üstüne düşerler. Kediler miyav miyav derler, fare tutarlar… Ne dediğimi anlattırabiliyor muyum, anlayan varsa bana da anlatsın sevabına çünkü ben ne dediğimden bir halt anlamadım.




KARİKATÜR HASAN: Aslında bizim oğlanla arkadaşı parka gittiğinden ben de mecburiyetten ilgileniyorum, yoksa vallahi de işim olmaz. Dedim ki sayın başbakanımıza, bunlar iyi çocuklar, bunlar sevgiye muhtaç, bunlar başları okşansınlar istiyor. Güldü bunları söyleyince, “merak etme okşarız” dedi. Bakın çocuklar söz verdi, okşayacakmış işte. Hadi bakiim evlerinize, zaten orası sidik kokuyor, size gelmiyor mu? Bi dakka yahu yoksa benden mi geliyor... Ya bu parkta gaz maskesinin yanında don da veriyorlar mıydı yahu?  E karikatürcüyüm ya komiklik yapmam gerek böyle. Karikatür dedim de aklıma geldi İlhan Abi bir zamanlar  Yalakalık yapan karikatürist çizgiyle mizah sanatına istifa dilekçesi yazmış demektir, bu durumdaki karikatüristin bizzat kendi karikatüre dönüşür…” demişti ama kimi kast ettiğini pek anlayamadım, anlayan varsa beri gelsin…

HÜLYA YA SABIR: Ben Gezi’yi pek bilmem, orası zaten kalabalık herkes oraya gidiyor. Şimdi gidersem karambolde kimse beni fark etmeyecek. Ben de Gezi’ye gideceğime Başbakan’a gittim orada da çaylar, poğaçalar bedava üstelik adam gibi kristal bardakta veriyorlar. Ben aslında oradaki gençlere hak vermiyor değilim ama buradaki gence de yani başbakana da veriyorum ama yani hak anlamında. Şimdi benim de kızım var onun da sorunları var geçen gün bunun çıktığı çocuğa asılan bir yellozun saçını başını yolmuş e parktakilerin de sorunları var. Bunu anlattım başbakana, onlar da senin çocukların sayılır, dedim. Bir şey demedi, şöyle bir baktı. Sonra bana bir animasyon gösterdi; Tom ve Jerry, ay bayıldım bayıldım o küçücük fare kediye neler yapıyor öyle! Yani gül gül gül öldüm gülmekten. Sonra “Gezi’dekilere ne yapacaksınız?” dedim gene bir şey demedi ama gözlerinden ne yapacağını anladım. Burada söyleyemem utanırım. “Peki o zaman ben gideyim”, dedim; “Peki git o zaman, zaten niye geldin ki?” dedi. Ben de çıkıp geldim işte. Hakkaten ben niye gitmiştim ki?


POLİS HIDIR: Amirim evde üç gündür sular kesik, Toma’yı bizim eve götürüp sevabına depoyu doldursam mı? Burada ziyan oluyor, içim gidiyor. Milleti ille de ıslatacaksak babadan kalma cop yöntemini kullanalım. Bir de biber gazı kuru fasulyeye sıkılıyor muydu?






DEVLETLÜ VE ŞEVKETLÜ VE DAHİ HEYBETLÜ SULTAN: Ben ki yedi düvelin ve dahi yüzde ellinin ve bu kadar vekili vükelanın tek hâkimi, her şeyi bildiği gibi okuyan ve asla şaşmayan yüce ustayım; sizler ki çapulcular, alkolikler, marjinaller, aşırı sendikacılar ve dahi sidikliler. Karşıma geçmiş utanmadan arlanmadan, hayâ duymaz bir edepsizlik içinde bildiğinizi okursunuz.  Hele o haddini bilmez Avrupa Birliği hiç utanmadan bana laf çakıyor, bak arkadaş bana çakana ben de çakarım; sen beni tanımıyorsan ben seni hiç tanımam; Amerika da bir şeyler söylüyormuş hakkımda ben o Amerika’nın ta… Hadi söyletmeyin beni şimdi… Bana sinirli diyorlar, ulan benim nerem sinirli siz hiç sinirli görmemişsiniz, çakacam kafayı göreceksin siniri şimdi. Televizyonda izliyorsunuz Kanuni sakin bir adam ama babası Yavuz çok sinirliymiş. Demek ki neymiş; herkesin siniri kendine… Kanuni’ye söyledim hemen git hemen Taksim’i al, diye. Abi ben sadece oyuncuyum, dedi. Biliyordum zaten onun çakma Kanuni olduğunu, sen hayatında ne kadar at bindin? Ben bile on beş saniye durdum atın üstünde… İrademdir, hepinize buyuruyorum çabuk dağılın, yoksa ben gelip dağıtırım…
                                                                                                                           

7 Haziran 2013 Cuma

TAKSİM PARKI'NDAYIZ HER ŞEYİN FARKINDAYIZ


Taksim Gezi Parkı’nda ağaçlar sökülüyormuş vatandaşlar da buna tepki gösteriyormuş, dediler. Parkta çadırlarını kurup nöbete başlamışlar ağaçları söktürmemek için. Hatta sökülen bir ağacı yeniden dikmişler… Gayet çağdaş bir eylem görüntüsü var; çadırlarının önünde kitap okuyanlar, şarkı söyleyenler, halay çekenler. “Ağaçları kesmeyin, buraya gereksiz AVM’ler inşa etmeyin” diye haykırıyor herkes…
Eh bize de bu güzelliği anlatan bir yazı yazmak düşerdi elbet. Geçtim bilgisayarın başına sevimli, keyifli bir yazı döşendim. “İşte hep özlediğimiz, barış dolu, sevgi dolu bir eylem” diyerek son noktayı koydum. Yazı sorumluluğumu rahatlıkla tamamlamamın rehaveti içinde ayaklarımı uzattım.
Sayfa sekreteri arkadaş “İyi güzel yazmışsın da gündem değişti; polis parkta bekleyenlere şafak operasyonu yaptı, su sıktı…”
Yani yazımdaki gibi mutlu sonla bitmiyordu olay; yazıyı mecburen yırtıp attım. Yazarlar için en berbat durum, bitti dediği, içine sinmiş yazısını yeni baştan yazmasıdır, zül gelir.
Oturup ikinci bir yazı yazdım…
Polisin yanlış yaptığını, oraya gelen insanların hiçbir kuruluşa, örgüte ait olmadan kendi istekleriyle gelen ve tek amaçlarının çevrelerini korumak olan kişiler olduklarını vurguladım. Bu kişilere su sıkmanın yanlışlığını söyleyip güvenlik güçlerine biraz sitem ettim. Sonra gene yazıyı bitirmenin mutluluğu içinde sırtıma yaslandım.
Sekreter karşıma dikilip “Baba gene olmadı, sen tam bitirdiğin anda gündem değişti…”, diye sırıttı. Taksim Parkı’nda bekleyenler dışarı taşmışlar bu arada olayları duyanlar tamamen içgüdüsel olarak sokağa fırlamışlar bu yüzden sayıları biraz daha artmıştı. Polis de suyla beraber biber gazı da sıkmaya başlamıştı. Hadi bir kere katlandık ama bu fazlaydı artık; yazıyı gene çöpe atıp üçüncü yazıyı azap içinde yazdım. Polisin orantısız güç gösterisini eleştirdim, biraz aklıselime davet ettim ve yazıyı bağladım.
İki dakika sonra artık nefret etmeye başladığım sayfa sekreteri tüm lanetliğiyle karşıma dikilip sırıttı…
Olay gene şekil değiştirdi ama bu defa seni fazla yormayacağım merak etme, senin yerine yazını ben çöpe attım, sana da bir tek yeniden yazmak kalıyor…”
Ama yazmasan olmazdı tabii, çünkü durum gerçekten epey bir şekil değiştirmişti. Sekreteri gırtlaklama işini öteleyip yazmaya başladım.
Bir kere hareketlenme eş zamanlı olarak yurdun her yerinden başlamıştı, hatta yurtdışından bile yürümeye başlayanlar vardı. İşin ilginci bunlar örgütlü hareketler değildi, millet tepkisini kaptığı gibi fırlıyordu sokağa nereye gireceğine içgüdüleri karar veriyordu. Herkes koşa koşa su, gaz ve cop yemeye koşuyordu gönüllü olarak…15-16 Haziran’da da böyle olmuştu Uğur Mumcu’nun ölümünde de. Ama bu defa daha geniş kapsamlıydı. Edip Cansever’in karanfili elden ele çoğalıyordu; tek bir ağaçla başlayan olay ormana dönüştü… Ve yetkililerden en ufak bir açıklama yoktu hâlâ, diye biraz da edebiyat yaparak yazıya noktayı koydum…
Aşağılık sayfa sekreteri “gene olmadı” diye sırıttı… Ben noktayı koyarken meğer yetkililer açıklama yapmış…
Vali, Belediye Başkanı, Emniyet müdürü üçlü açıklama yapmışlar…
Vali “Ben pek bir şey görmedim”, Müdür “Tam olarak duyamıyorum  Başkan da “Mani oluyor halimi takrire hicabım” şeklinde açıklamalar yapmışlar.
Doktor Mimar başkanımız yemini billâh ediyor “Yanlış anlaşıldım, ben oraya yaya yolu yapacaktım sadece. Topçu kışlası yok, AVM kesinlikle olmayacak” diyor tüm samimiyetiyle… Eh bir de mahkeme alelacele yürütmeyi durdurma kararı alıyor, belli ki aklıselimle, işi büyütmemek için alınan bir karar. Eh en iyi niyetli yaklaşımla bir yumuşama var yorumuyla yazıyı bitiriyorum. Herhalde tamamdır derken, sekreter olacak namussuz ve şerefsiz “Daha bitmedi ki başbakan da açıklama yaptı” diyor. “Bir yazı nasıl piç edilir?” konusunda bir tez hazırlanacaksa ona çok iyi bir örnek olabilirim.
Başbakan’ın konuşmasını dinliyorum, ne de olsa serde delikanlılık var, harbi adam lafı dolandırmıyor düşündüğünü yekten söylüyor. “Yok öyle üç köfte yirmi beşe, o Topçu Kışlası oraya yapılacak, altına AVM üstüne rezidans ve otel açılacak işte o kadar!” diye raconu kesiyor sonra yürütmeyi durduran mahkemeye de bir ayar çekiyor… Tabii mahkemeyle birlikte Mimar Başkan’ın karizmasında da derin çizikler oluşuyor.
Durumun daha da gerilmesini ilave edip, yazıyı sekretere yolluyorum… Ağzına hapşırdığımın sekreteri yazımı uçak yapıp geri yolluyor… Tabii benim yazımın havası da sürekli olarak değişiyor bir önceki olumlu bir havadayken şimdi onun yerini endişe alıyor. Yurdun dört bir yanından meydanlara yürüyenlere uygulanan şiddet artıyor, şimdi de vatandaşa plastik mermi atılmaya başlamış. Bu arada pencereden tencere tava sesleri geliyor, teyzeler, amcalar, çocuklar sokağa fırlayıp tencereleri tavaları birbirine vurarak kendilerince destek veriyorlar. Meşhur fıkra aklıma geliyor, hani padişah halkın tepkisizliğini gördükçe bindirdikçe bindiriyormuş ya; sonunda halk topluca fırlamış sokağa başlamış göbek atmaya. Padişah da ilk kez o zaman endişelenmiş… Elbette halkın tepki göstermesi güzel ama bu şekli de pek hayra alamet gelmedi doğrusu. Durup bekleyelim bakalım, diye yazımı bitirdim…
Ama o tazyikli sularla ters taklalar atası, biber gazlarına maruz kalası, plastik kurşunlara gelesi sayfa sekreteri gene “olmadı” dedi…
Bir yazara bu yapılmaz, bu kadar zulmü polis bile yapıyor yahu, onlar bile daha insancıl…
Gene ne değişti sefil sekreter?” dedim…
Muhalefet lideri Taksim’e geliyormuş, başbakan da “Gel ama bir şey olursa kabahat senindir” demiş, bunun üzerine de polis Taksim’den çekilmeye başlamış, halk da Gezi Parkı’na doğru yürümüş…
Neyse mutlu son sayılır, bu durumu da ekledim; artık tamamdın herhalde dedim…
Ama sanki bir Kafka öyküsü içindeydim; bir yalaka basın mensubuyla olayları görmezden gelen televizyoncunun çiftleşmesinden peydahlanan o sayfa sekreteri karşıma geçip;
Yok, polis aslında geri çekilmemiş, Beşiktaş’a inmiş şimdi oradaki halka saldırıyormuş, üstelik bu defa gazın portakallısı çıkmış; bu hem kusturuyor hem de süründürüyormuş dedi.
Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye haykırdım.
Kesinlikle bir dalga geçen var ama vallahi ben değilim” diye yalvardı…
Çaresiz yazıyı yeniden ele aldım; son durumu da ilave ettim, 31 Mayıs tarihe geçecektir sonunda.  Ama bu kez temkinli davranıp son noktayı koymadım, bu arada pencereden portakal gazı atıldı, hem kusuyorum hem sürünüyorum. Ama polisimi de çok seviyorum bir kere çok çeşit sunuyorlar insana; gazların yakında elmalısı, muzlusu, kivilisi, çikolatalısını da bekliyoruz
Polise sempati duymamın bir nedeni de bomba kapsülünün sekreterin kafasına gelip iki şak etmesi; yolları tuttuklarından ambulans da gelemiyor. Beni kıvrandırmasının cezasını böyle kıvranarak çekiyor şimdi… Eee Allah’ın sopası yok ama polisin gazı var… Artık bundan sonrasını haberler geldikçe kısa notlar olarak ilave edeceğim, her seferinde yazıyı baştan alacak halim yok…
Sabaha karşı pencereden baktım ortalık biraz durulur gibi olmuştu, direnişçiler ellerinde çöp poşetleri kirlenen meydanı temizliyorlardı… Medya gene dut yemiş bülbül, tek kelime etmiyor bir tek Halk TV sürekli yayın yapıyor, RTÜK’den bir kamış gelebilir… Başbakan yürüyenleri iki üç çapulcu olarak niteledi, AKM’yi de yıkacağız, camii de yapacağız dedi… Millet şimdi AKM’nin tepesine çıktı… Tencere tava çalan teyzeler amcalar her yerde, başbakan “Tencere tava hep aynı hava” dedi, ağa babası da zamanında “Glu glu dansı” demişti, tarih tekerrürüne hoş geldiniz… Ankara’nın tükürme meraklısı başkanı “İstersek onları bir kaşık suda boğarız” dedi…7-8 yaşlarındaki bir grup çocuk tencere kapaklarını çalarak yürüyor bir yandan da “Tayyip evine, ülke senin neyine!” diye slogan atıyor, gelecek nesli böyle görünce umudum artıyor…  Şimdi gene hava karardı, polis bu defa Ankara’yı gazlamaya başladı, Beşiktaş da berbat durumda… Gene sabah oldu, Başbakan Afrika’ya haka dansı yapmaya gidiyor, giderken gene önüne gelene fırça attı. Bence etrafındakiler “Hadi usta sen git biraz uzaklaş kafa dinle, biz burayı toparlayalım” diye yolluyorlar… Hay dilim tutulaydı da söylemez olaydım RTÜK Halk Tv’yi uyarmış… Taksim tam yatıştı derken biraz önce gene olaylar başladı… Aha şimdi de bir ölüm haberi geldi Antakya’da bir genç öldürülmüş… DİSK ve KESK iş bırakma eylemi yapıyor… Şimdi de başbakan vekili bir açıklama yapıyor doğal olarak atılan onca gazı almaya çalışıyor… Taksim’de halk tarafından bir alış veriş ve kültür merkezi kurulmuş durumda, yiyecekler, içecekler kitaplar; ama hepsi bedava; kendileri getiriyor ve paylaşıyorlar… Usta, Afrika’dan alınan gazları gene veriyor; dediğim dedik çaldığım düdük, diyor…
Her saniye başı yeni bir gelişme oluyor, iş nereye varır bilemiyorum. Ben artık tükendim, akıl sağlığım bu kadar sık değişikliği kaldırmaz. Aşağıda boşluk bırakıyorum, olacak gelişleri bir zahmet siz doldurunuz artık…
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

Olanlar Bitenler

Ankara Metrosunda dehşetengiz anonslar

    
Afrika gezisi dönüşü büyük karşılama
Abdülhamit'e fahri doktorluk verildi

29 Mart 2013 Cuma

Dizi Reklamlarında Yeni Eğilimler


Özel televizyonların tek geçim kaynağı reklamlardır, izlediğimiz tüm programlar reklamlar sayesindedir.
Reklamlar önce televizyon dizilerinde bölüm aralarına girmeye başladı; dizi belli bir bölümünde kesilip reklamlar başlar daha sonra kaldığı yerden devam ederdi.
Daha sonra dizi devam ederken görüntünün ucundan kenarından reklamın logoları görüntü. Yani oğlan kızı öperken sağ taraftan uzanan Cem Yılmaz’ın dazlak başı görülüyor ve hangi telefonu kullanmanız gerektiğini söylüyordu.
Baktılar itiraz eden yok “sanal reklam” adıyla bu kez sahnenin içine ürün oturtmaya başladılar gene oğlan kızı öperken hemen yandaki masada bir kola şişesi beliriyordu.
Gene ses çıkmayınca biraz daha abarttılar, bu kez sanal manal değil resmen çekim sırasında ürünler koydular, bu kez oğlan önce koladan bir fırt alıp sonra kızı öpmeye başladı. Bu reklamın da özel tarifeden ücreti ödendiğinden görünen ürünün buzlanmasına da gerek kalmıyordu.
Sonra bir adım daha ileri gidildi, bu kez senaryo yazımı sırasında ürünler konmaya başladı; yani oğlan koladan bir fırt alıyor “Kolayla Mualla daha iyi gider” diye kıza yumuluyordu. Durumun anlatılan öyküyü zedelediği kesin de ne kadar zedelediği artık yapanların vicdanına kalmıştır. Ustam Lütfi Akad’ın piyasamızı anlatan bir saptamasını anımsıyorum hep; “Burası çamur içinde bir yola benzer, burada yürürken paçalarınızın çamurlanması hoş görülebilir.  İş çamurun daha yukarlara çıkmamasını sağlamakta; bazıları var ki tepeden tırnağa çamura bulanıyorlar ki işte o tam bir rezalet…”  diyordu Akad Usta.
Çamurun yavaş yavaş daha yukarlara çıktığını görüyorum.
Son rastladığım iki örnek bu reklam işinde yeni bir yöntemin başladığına işaret…
"Sıfıra etkisiz eleman derler ya..."

Karadayı adlı dizinin fragmanında bir söz dikkatimi çekti; oğlan kıza mektup yazmış, konuşması duyuluyor “Sıfıra etkisiz derler ya, yanlış; sıfır her şeyin başlangıç noktası…”
Cümle dikkatimi çekti çünkü yanlış bir ifadeydi; çünkü sıfıra kimse etkisiz demez; matematikte “etkisiz eleman “ olan rakam “1” dir, sıfır için de “yutan eleman” ifadesi kullanılır. “Arkadaşlarımız herhalde dalgaya düşmüşler” diye düşündüm. Fazla da üstünde durulacak bir şey değildi.
Ancak hemen sonra başlayan Zero Kola reklamını görünce uyandım, reklamda geçen bir ifade şöyleydi “Sıfıra etkisiz derler ya, yanlış; sıfır her şeyin başlangıç noktası…”
Bu kez senaryo içine yerleştirilen bilinçaltı bir reklam söz konusuydu; reklamda geçen bir sloganı senaryonun kahramanlarından birine söyletiyorlardı.
 
Kızgın ateşlerden serin sulara
İki gün sonra Muhteşem Yüzyıl’ı izleyince koltuktan düştüm resmen; Kanuni Süleyman oğluna şöyle diyordu “Kızgın ateşlerden serin sulara gittim..
Çok kişi “Ben bu lafı bir yerden anımsayacağım ama nerden?” demiştir mutlaka.
Ama bunun Magnum’un sloganlarından olduğunu anımsayanlar da “Yuh artık!”  diye isyan etmiştir…
Sanıyorum ilerleyen günlerde dizilerin içinde benzer sürprizler yaşayabiliriz…
Sevgili ustam; çamurlar paçaları aşalı çok oldu, boğazımıza geldi dayandı...