Şu an sansür diye bir şey yoktur, hepinizin içi rahat olsun.
Türk
Dil Kurumu’na göre sansür şöyle tarif ediliyor;
SANSÜR :İsim;
Fransızca censure
1. isim; Her
türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi,
sıkı denetim.
2. Her türlü
yayının, sinema ve tiyatro eserinin yayınının ve gösterilmesinin izne bağlı
olması, sıkı denetim.
Bir
kere sansür olması için önce bir sansür heyetinin olması gerekir; Abdülhamit
döneminde böyle bir kurul vardı; gazeteleri yayınlanmadan kesip biçiyorlardı
sonra bu cumhuriyet dönemine de yansıdı boş çıkan gazete sayfaları görüldü.
Sonra basındaki sansür heyeti terk edildi, sansür heyeti sadece sinema
filmlerinde boy gösterdi; uzun bir süre abuk sabuk gerekçelerle filmler kesilip
biçildi; örneğin bir polisin favorili olması sansürlenmesine neden
olabiliyordu. Sansürcü burada olaya film eleştirmeni edasıyla yaklaşıyordu, bir
köy filminde “Bu adamlar köylü ama çok güzel bir Türkçe ile konuşuyorlar”
diyerek makası basıyorlardı. Bu rezalet de şimdilik terk edildi neyse ki. Artık
sinemada da sansür yok.
Yani
bir üst kurum bunları denetlemiyor…
Artık
mesele çok daha altlardan hallediliyor yani kökten çözüm…
Kitapları
basanlar kendi kendilerine bitiriyorlar işi…
Edip
Cansever’in “Masa da masaymış ha” şiirinde “bira” kelimesi geçiyor; birada
alkol var, alkol de zararlı. Ders kitabını basan şahıs “Başımıza iş almayalım”
diyor, “Adam oturmuş masaya bira koyuyor, ne olur, ne olmaz, milli eğitimden
son dakikada geri dönmeyelim” diye içinde bira geçen dizeyi atıyor. Gerçi
şiirde masaya oturan adam bira koymuyor, biranın dökülüşünü koyuyor ama
buradaki farkı anlamak için farklı bir zekâ gerekiyor elbette. Masa, masa ama
kafa kafa değil neticede…
Daha
önce de Yunus Emre’nin başına gelmişti aynı şey, cennetteki hurilerden bahseden
dize biranda buhar oluveriyor. Yunus deyince akla hemen Molla Kasım söylencesi
geliyor, öyküye göre Yunus’tan çok sonra yaşamış Molla Kasım adındaki adam oturmuş
onun şiirlerini sansürlemeye başlamış (ki
Yunus okuyan kâfirdir fetvaları da o dönemlerde başlamıştır) sansürlerken
bir de görür ki Yunus’ta şöyle bir dize vardır:
“ Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla
kasım gelir”…
Molla
Kasım da “Aaa bu beni nereden bildi!” der ve sansürcülüğe tövbe eder.
Molla
Kasım gerçek midir değil midir o ayrı konu ama belli ki ilginç bir karakter.
Bizim özellikle muhafazakâr yazarlarımız Molla Kasım’ı pek severler, örneğin Milli
Eğitim Bakanımız Nabi Avcı’nın bir dönem köşe yazıları yazarken kullandığı
takma adı Molla Kasım’dır. Bir başka “muhafazakâr
sanat” savunucusu yazarımız da Yunus Emre’yi anlattığı kitabında bu Molla
Kasım söylencesini anlatır; bunu anlatırken Yunus’un söz konusu şiirini de
yazar ama her nedense “…seni sigaya çeken
bir Molla Kasım gelir” den önce
gelen,
“Andan Cennete varam Cennette huriler görem
Huri gılmanı bir bir koçasım
gelir” bölümünü atlar…
Elbette
bir muhafazakâr için, hurilerle gılmanları kucaklamak biraz fazladır ve hemen
sansürlenmelidir. Neticede yazarımız kendi yazdığı kitaba sansür uygulayarak anlattığı
Molla Kasım’dan bir farkı kalmadığını göstermiştir.
Artık
insanlar programlanmıştır, artık kendi uçağını kendin yap gibi kendi sansürünü
kendin yap dönemi başlamıştır. Eh uçak dedik benzer bir durum orada da var, THY
hostes kıyafetlerini tasarlayan modacımız tamamen özgün iradesiyle “Böyle yaparsam yaranırım” düşüncesiyle
yaratmıştır şaheserini.
Edebiyat
klasiklerinde kafaları bir yerlere takılanlar işi gücü bırakıp şikâyet
etmektedirler ve ne yazık ki ciddiye alınıp bu şikâyetlerden dolayı da
soruşturmalar açılmaktadır.
Televizyonlarda
her türlü, içki, sigara, bacak, omuz başı, köprücük kemiği görüntüleri ve Atatürk
isimleri buzlanmaktadır. Bunlar da kimseden alınan emirlerle değil tamamen yayıncının
özgür iradesiyle yapılmaktadır.
Ercan Akyol'un tartışılan karikatürü |
Milliyet
Gazetesi çizerlerinden Ercan Akyol geçenlerde türbanlı avukatlarla ilgili bir
karikatür çizdi, malum çevrelerden de tepkiler geldi malum olduğu üzere. Ancak
vahim olan bu tepkilerin gazetenin ombudsman köşesinde yayınlanması,
ombudsmanın da Ercan’ın aleyhinde yorum yapıp adeta kendi çizerini hedef
göstermesi. Duruma bakar mısınız, “Valla biz çizmedik, o çizdi, bir daha olmaz,
biz onun kulağını çekeriz merak etmeyin” diyerek tam bir teslimiyet havası hâkim.
Milliyetin kan kaybettiği görülüyor, yakında
taze kan olarak düşünülen isimleri duydukça bu durum daha da netleşiyor…
Tarihi
dizilere olanlar belli, meşhur ecdat fırçasından sonra herkes kendine çekidüzen
vermeye başladı, ama gene de meclise verilen “Tarihi kişiliklere dokunulamaz”
önergesini engelleyemediler. Önümüzde hepimizi bekleyen şenlikli günler
görülüyor.
Otosansür
tüm haşmetiyle sansürün yerini almış durumda, her yerde ve her kurumda.
Bilim
kurumu sanılan TÜBİTAK’ın bir Darwin sorunu var söz gelimi…
Darwin’den
söz açılmışken bir parantez açıp 1960 yapımı bir Amerikan filminde bakalım;
İnherit
the Wind (Rüzgârın mirası), yönetmen
Stanley Kramer; konu bize pek yabancı sayılmaz. Amerika’nın tutucu bir
eyaletinde bir öğretmen öğrencilerine Darwin’den, Evrim Teorisi’nden falan
bahseder; öğretmen hakkında soruşturma
açılır (Demek orada da böyle şeyler olmuş
zamanında Amerika da o yollarlar geçmiş). Eyalet savcısı tutucu biri,
politikada da yükselmek istiyor bu davayı kullanmak ister ve öğretmeni mahkûm
etmek için her şeyi yapar. Derken Spancer Tracy’in oynadığı Avukat Henry
Drummond gelir. Esaslı bir savunma yapar ve öğretmen beraat eder.
Savcı bile onların haklılığını kabul eder, ve mutlu son. Ancak sürpriz bir
final daha vardır, Avukat Drummond da aslında Evrim Teorisi’ne karşıdır; buna
rağmen savunusu yapmıştır.
Burada mücadelesini verdiği tek şey tamamen ifade
özgürlüğüdür…
Ve
2013 Türkiye’si bir bilim kurumu olduğu iddia edilen TÜBİTAK, Darwin’li
yayınlarına son verdi…
Artık
görünürde sansür yok çünkü sansürün sıvama aşaması tamamlanmış ve her yere yayılmıştır.
Sansürün en rezil, en cıvık hali olan otosansür tüm haşmetiyle her an, her yerde…