Tebliğci
olmak zor iş, çok büyük riskler taşıyor tebliğ işine çıkarken her türlü
tehlikeyi göze almanız gerekiyor. Ama bugün moralimiz yerinde çok şükür,
diyanet işleri başkanlığı protokolde genel kurmayın iki kademe önüne geçmiş bu
gidişle ilk sırada olacağı günler de yakındır.
Yeşil
cüppemi giydim, sarığımı taktım tarikat şeyhimin elini öpüp, hayır duasını
aldıktan sonra diğer şakirt kardeşlerimle birlikte tebliğ için yola çıktık
hamdolsun.
Dokuz on
kişilik bir sürü halinde geziyoruz ki görenlerin gözleri korksun ayrıca böyle
kalabalık olunca insanın kendine nasıl güven geliyor anlatamam, cesaretiniz
artıyor.
Bir baktık
karşıdan bir kızla bir oğlan yaklaşıyor, oğlan elini kızın omzuna atmış halde.
Hemen etraflarını sardık, tabii öncelikle nazik olmak gerekir sonra yavaş yavaş
sertleştireceksin yani kurbağayı kaynar suya atmayacaksın hemen, suyu yavaş
yavaş kaynatacaksın ki kurbağa dışarı sıçramasın.
“Bu alemin
keyfine kapılıp da öteki alemi unutmayın sakın, öteki alemi de düşünün biraz.”
diye önlerine fırladım.
Şaşırdılar
önce kız oğlana döndü “Bu diyor böyle?” diye sordu.
Oğlan aval
aval baktı “Valla bir alem yapıyorlarmış galiba oraya davet ediyor.”
Sonra bana
döndü “Amca bu alem yeri tam olarak nerede? Bir de fiks menü var mı o önemli,
sonra kazık yemeyelim.” diye sordu.
Kız
gülümsedi “Amca asıl az önce bir yerden çıktık vallahi süper fiks menü 50 lira,
iki bardak içki, çerez, meyve tabağı sabaha kadar da canlı müzik…”
Tam yeni
bir tebliğe başlayacaktım ki yanımdaki şakirdin gözleri parladı.
“Kardeş bu
dediğin yer tam olarak hangi cihette?” diye sordu, kız tarif etti.
“Ben gidip
bir bakayım şuraya orada tebliğe ihtiyaç olabilir” diye yanımızdan ayrıldı,
“Aman etme
muhterem kardeşim.” dememi duymadı bile, çoktan köşeyi dönüp kayboldu. Birkaç
kardeşimiz de “Onu yalnız bırakmayalım biz de peşinden gidelim” diyerek
koşturdular.
Biz kala kala beş kişi kalmıştık;
Hidayet, Mestan, Vahap, Sülo bir de ben. Mecburen yolumuza devam ettik.
Nevizade
adıyla maruf olan sokağa girdiğimizde etrafımızda yoğun bir anason kokusunun
olduğunu hissettik. İnsanlar masalara oturmuşlar adına rakı dedikleri meylerini
içiyorlardı, tabakların içinde de midye tava, kalamar, beyaz peynir, pilaki, paçanga
böreği, haydari gibi mezeler vardı. Üç kişi kendi aralarında bir şeyler
tartışıyorlardı. Tam tebliğ yapılacak bir masaydı.
“Kardeşlerim
bu dünya bir imtihan dünyasıdır, siz imtihan nedir bilir misiniz?” diye
yaklaştım.
Masada
oturanlardan biri derin bir iç çekti,
“Biz de şimdi onu konuşuyorduk
imtihan meselesini…”
Demek ki konunu üstüne gelmişiz,
demek ki işimiz kolaydı fazla yorulmayacaktık…
“Hayatımız hep imtihanla geçiyor,
çocuklar Anadolu liseleri için sınavlara çalıştılar burunlarından geldi ama
kazanamadılar çünkü cemaatler soruları alıp kendi yakınlarına verdiler onların
çocukları Anadolu lisesine bizimkiler de mecburen imam hatibe yazıldı.”
Tam bir şey diyeceğim bu defa
öteki girdi lafa “Bizim büyük oğlanın başına da aynı şey geldi üniversite sınav
soruları çalınca cemaatin adamları girdi bizimki açıkta kaldı…”
Üçüncüsü devam etti “İşe girmek
için KPS sınavına girdim çok umutluydum ama onların soruları da çalınmış…
Neticede imtihanın ne olduğunu çok iyi biliriz.”
“Ama asıl imtihan öteki taraftaki
imtihandır muhterem kardeşim.” diye tebliğime devam ediyordum ki;
“Yoksa bize o imtihanın
sorularını satmaya mı geldin?” diye sözümü kesti.
“Bunlar öteki tarafın sorularını
da çalmamışlarsa şerefsizim.”
Tabii böyle durumlarda sinirlenip
ağzımızı bozmak olmazdı, yüzümdeki her an var olan o aptal gülümsemeyi biraz
daha abarttım.
“Hesap vakti gelince dikkatli
olmanız gerek muhterem kardeşim.”
“Ne hesabı yahu? Daha yeni
geldik…”
Ötekisi uyardı “Ama amca doğru
söylüyor, dikkatli olun hesap kol gibi gelebilir diyor.” dedikten sonra;
“Yahu ayakta kaldınız gelin
oturun da öyle anlatın.”, diye kolumdan çekip oturttu, ben oturunca öteki
şakirtler de oturdular mecburen.
Oturmamızla birlikte garsonlar
önümüze birer servis açtı.
“Yahu biz sadece ayak üstü tebliğ
edip gidecektik.” derken garson bardağıma rakı koyarken “Duble koyuyorum” dedi.
Masadaki arkadaş “Yok duble onu
kesmez sen onu iyisi mi domuz sıkısı yap” deyince tamamen doldurdu, ötekisi “Su
ister misin hacı baba?” dedi cevabımı beklemeden koydu, rakı beyazlaştı.
Kardeşim Hidayet’e döndüm “Aman
kardeşim kendimize mukayyet olalım.” dedim…
“Hıııııyk, olalım hacıııııım”
diye sırıttı.
Baktım bizim Hidayet rakının
dibini çoktan bulmuş, masadaki arkadaşa “Dolduur kardiiiş” diye boş bardağı
uzatıyor.
Hidayet’in bardağını doldurdular;
Mestan, Vahap ve Sülo da bir yandan kafa çekiyorlar bir yandan da mezeleri
götürüyorlar.
Mestan kadehini kaldırdı
“Haydiiii içeliiim güzelleşelim…” diye bağırdı hepimiz kadeh tokuşturduk.
Neticede tebliğ için buradaydık mutlaka
bu kutsal görevimizi yerine getirmeliydik, bu işret masasında oturanları doğru
yola çekmeliydik.
Hocaefendi hazretlerinin bir sözü
aklıma geldi:
“Tebliğinin yerine ulaşabilmesi
için takiye yapman caizdir.”
Bu söz aklıma gelince ben de
rakıdan bir yudum aldım, sonra tebliğime devam ettim. Doğrusu pek keyifli bir
tebliğ olmaya başlamıştı; bu arada masadaki mezeler azaldıkça yenileri
geliyordu.
“Bir kalamar daha yolla…”
“Bizim bir paçanga vardı
kardeş...”
“Bir köpoğlu mancası getirsene bilader…”
“Karides güveç var mı?”
“Ya madem oturduk bize birer
lüfer attır…
“Bize bir büyük daha aç…”
İçtikçe açılıyorduk doğrusu, Mestan;
“Hocaefendi hazretlerinin huzurunda nasıl badelendiğmizi” anlatmaya başladı.
Bir süre sonra Roman çalgıcılar
geldi, klarnetçi klarneti kulağıma dayayıp üfledi.
Bizim şakirtlerle birlikte
masanın üzerine çıkıp göbek atmaya başladık, etrafın iyice ilgisini çekmeyi
başarıyorduk, bizi alkışlayarak tempo tutuyorlar biz de daha çok gaza gelip daha
çok göbek atıyorduk.
Önce “Sordum sarı çiçeğe” sonra
“Tavukları döndermişem hacıyı da çarşıya göndermişem” en son da “Arabaya bir
tokmakla” parçaları eşliğinde zikir gösterimiz devam etti…
Birkaç kadeh daha devirdikten
sonra iş “öpüceeem” faslına geldi.
Masadaki herkes birbirine sarılıp
şapur şupur öpmeye başladı; bu hengamede sadece Hidayet’i beş kere öptüğümü
hatırlıyorum.
Vahap, “Batsııın bu dünyaaaa”
diye haykırırken,
Sülo da “Ne olacak bu memleketin
hali?” diye ağlıyordu.
Hidayet de “Ben o hojjjafendinin
anasını avradını, gelmişini geçmişini…” diye saydırmaya başlayınca biraz ileri
gitmiş olabileceğimizi düşünmeye başladım.
Bu arada garson geldi:
“Kapatıyoruz Hacı Baba” dedi ve
adisyonu önüme koydu.
Bir baktım koskoca meyhaneler sokağında
kimse kalmamıştı, garsonlar sandalyeleri ters çeviriyorlardı, bizi masalarına
davet eden tebliğ edeceğimiz arkadaşlar da gitmişti çoktan.
Hesabı da bize kitlemişlerdi…
Tebliğ edecekten tebellüğ
edilmiştik anlayacağınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder