DÖRDÜNCÜ MAYMUN

29 Ekim 2015 Perşembe

Araklama Senaryolar

Bir dönem sinemamızda şimdi de Tv dizilerinde gördüğümüz kötü bir hastalık vardır.
Yeni, özgün bir şey yaratmak yerine daha önce tutmuş bir senaryoyu araklayıp güncele uygulamak. Tabii bu yöntemde her zaman başarıya ulaşılacak demek değildir.
Hani minarenin tepesinde mahsur kalmış adamı beline ip bağlatıp çektirerek yere yapıştıran Karadenizlinin; “Yahu bu yöntem kuyudan adam çıkartırken işe yaramıştı” diye hayal kırıklığına uğranması gibi yüksek olasılıktır.
Ama uyanık yapımcı için pek önemli değildir bu, özgün senaryo aramaz, eski senaryodan şaşmaz.
70’li yıllarda pek revaçta olan senaryoyu yeniden devreye soktuklarında pek şaşırmadım. Yapımcı aynı yapımcı çünkü eski çektiği filmini güncel koşullarla yeniden çekiyor…
Bir senaryo için olmazsa olmaz kural bir “dramatik çatışma” olmasıdır.
Bazen zengin kız-fakir oğlan, katil-polis bazen kan davası güden iki aile olarak ortaya çıkar.
70’lerin senaryosunda ana tema “kan davasıydı” ve seri cinayetler söz konusuydu.
Yapımcı önce senariste senaryoyu yazdırmış sonra da yönetmen film için hazırlıklara başlamıştı.
Öncelikle oyuncu ajansından elemanlar geldi o elamanlara rol dağıtımı yapıldı…
Hangi aktörlerin öleceği hangilerinin öldüreceği belirlendi…
İlk önce köşe başında pusuya düşürülüp öldürülen gazeteci sahnesi çekildi, ikinci sahne gazetecinin ölümüne misilleme yapanların bir polisi kaçırıp infaz edilmesiydi…
Bu iki sahneden sonra öğle paydosu oldu; köfte ekmekler dağıtıldı katil rollerini oynayan oyuncular karınlarını doyururken bir yandan da sorunlarını konuşuyorlardı.
“Paramızı hemen öderler mi acaba?”
“İnşallah hemen öderler, filmin vizyona girmesini beklerlerse yandık”
“Peki televizyonda gösterildiğinde ayrıca para verirler mi?”
“Unut onu birader, burasını Amerika mı sandın?”
“Ama niye ki, senaryo Amerikan filminden arak değil mi?”
“Evet doğru, ben de seyrettim o filmi; sonunda katil uşak çıkıyor”
Bu arada yapımcı ilk günün şerefine seti ziyaret edip getirdiği baklavayı bütün ekibe ikram etmişti. Yemini billah ediyordu, paralar zamanında önenecekti…
Aynı ajanstan gelen oyuncular böyle yeminleri çok duyduklarından fazla umutlanmadılar ama profesyonel olduklarından gene de kendilerine verilen farklı rolleri başarıyla oynadılar.
Film gösterime girdiğinde çok büyük hasılat yaptı…
İzleyici bu korku ve gerilim filminin etkisinden uzun yıllar çıkamadı.
Hatta o kadar etkilendiler ki, kendi gerçeklikleriyle kurgusal gerçeklikleri biri birine karıştı. Kendileriyle özdeşleştirdikleri karakteri öldüreni düşman bellediler, onları canlandıran aktörleri gerçek hayatta sokakta gördükleri zaman bir temiz dövdüler.
Onlar da “Biz ne inandırıcı oynamışız yahu” diye sevinip züğürt tesellisinde bulundular…
Şimdi gene aynı yapımcı; senariste gene aynı hikâyeyi sipariş ediyor.
Biraz günümüze uydur teknolojiyi kullan; bilgisayar, internet, telefon dinleme, şantaj mantaj, olsun. Ama sakın ana yapıya dokunma; diyor.
Yeni gelen yönetmeni de tembihliyor; bol bol patlama çatlama olsun, kafalar kollar kopsun, diyor…
Gene aynı ajanstan gelen oyunculara rol dağıtımı yapılıyor; yukarıda yazılanlar fasit daire örneğinde olduğu gibi devam ediyor… Biri birini öldürecek sonra ötekini öbürünü katledecek sonra tekrar öteki öbürünü bombalayacak…
Öğlen paydoslarında oturup köfte ekmeklerini yerken “Ne olacak sinemamızın hali?” diye dertleşecekler…
Ama bu defa bu film tutar mı bilmem…
Artık millet kabak tadı vermiş bu senaryoyu izler mi?
Neticede sonu belli işte; katil uşak çıkıyor…

Hiç yorum yok: