DÖRDÜNCÜ MAYMUN

30 Nisan 2011 Cumartesi

BİR ATOMUN ANILARI

Bir atom partikülü olmanın büyük utancı içindeyim…

Çoğu kimse beni anlayamadı, anlayanlar da hep yanlış anladı…

Benim için önce “Bu bir maddenin en küçük parçasıdır, bölünemez” dediler…

Bu bilgi okullardaki müfredat programlarına böyle geçti…

Derken dünyaya dil çıkartan bir Einstein çıktı, bölünebileceğini söyledi…

Sonra beni de bölmeyi başardılar… Ama Milli Eğitimin kitapları bir türlü yeni baskı yapmadığı için uzun süre “Atom bölünemez” diye kaldı.

Öğretmenler çaresizdi, “Çocuklar atomu bölmeyi başardılar, ama bize bakanlıktan bir tamim gelmediği için biz bölünemez, diye okuyacağız demek zorunda kaldılar… Bu yüzden o dönem yetişen çocuklar “Atom bölünmez” diye bildiklerinden sonraki gelişmelerden habersiz kaldılar. Bizim bakanlık bu konuyu komisyonlarda incelerken eloğlu bendeki bu bölünmeyle açığa büyük bir enerjinin çıktığını keşfetti.

Enerjimi “insanlık yararına kullanırlar diyordum ki, önce denizaltılar yaptılar, savaşlarda “düşman” dediklerine torpido atıp yok ettiler.

Baktılar öyle tek tek öldürmek zaman alıyor, öyle bir bomba imal ettiler ki, koskoca şehirleri toptan imha etti hatta sadece o an yaşayanları değil sonradan doğacakları da yok etti…

Çünkü bir kusurum vardı, radyasyon salgılıyordum… En olmadık yerde, en olmadık zamanda meydana geliyordu bu durum, engel olamıyordum bir türlü.

Bazı insanların yellenmesi gibi bir şeydi bu… Alışkanlık haline getirirler, kimseyi umursamazlar “zart zurt” diye salıverirler…

İşte ben bu radyasyonu bunu kullananların yellenmesi olarak görüyorum; sonuçta ikisinden de kötü kötü kokular gelir.

Sonra daha fazla enerji, daha fazla para için nükleer santralar kurmaya başladılar. Ama benim sağım solum belli olmuyordu dediğim gibi. En olmadık zamanda bir münasebetsizlik yapabilirdim.

ABD’deki Üç Mil Adası’nda (Three Mile Island) santral kurdular, eh huyum kurusun eh bir açığını bulunca salıverdim radyasyonumu… Neticede her şey teknolojiye dayansa da her şey bilgisayarlarla yapılsa da, onları çalıştıracak düğmeye bir insanın basması gerekiyor. Eh insanın olduğu yerde de eblehlik kaçınılmaz oluyor.

Amerikalının canı tatlı tabii, bu kazadan sonra hemen kavradı durumu, “Olmasına olsun ama benden uzak olsun” dedi.

İnsanların böyle bir ikilem içinde kalmaları doğrusu beni eğlendiriyor; bir yanda üretilen enerjiden gelecek para öte yanda hastalıklar, ölümler, doğa katliamı.

Ne yardan ne de serden vazgeçiyorlar… Kendilerinden çok ama çok uzak yerlerde olursa bu sorunun kalkacağını sanıyorlar… Çünkü bu santraller aslında bu muhteremlerin yaşayabilmesi için gerekli enerjiyi üretiyorlar.

İşte Çernobil macerası da böyle başladı…

Gene bir sahile kurulan nükleer santral bir süre sonra sızıntı yapmaya başladı.

Tabii buna bağlı olarak da ilgililerin sızlanması başladı…

İlgililerin sızlanmasının nedeni tabii ki ellerindeki rant gidecek diye sızlanıyorlardı.

Oysa bir hüsnü kuruntudan ibaretti ilgililerin sızıntısı…

Çünkü ilgisizler doğal olarak bilgisiz olduklarından sızlayacak bir şey bulamıyorlardı.

Çünkü radyasyon gözle görülmüyordu, elle tutulmuyordu…

Onların ilgilenmesi için, görmesi gerek, eline alıp tutması, mümkünse yemesi gerek…

Aslında onlar da sızlıyorlar ama bu sızlama biraz gecikmeli olarak geliyor;

“Bu toprakta neden ot bitmiyor?”

“Bu inek niye çift başlı doğdu?”

“Ben niye bu hastalıktan ölüyorum?”

Sorularını kendi kendilerine soran ilgisizler, radyasyonla bir ilgi kuramadıklarından dolayı ilgililere de bir şey diyemiyorlardı.

Çernobil paniğinden komşu ülkeler de etkilendi tabii ki, ellerindeki çayları tam toplayacakken benim radyasyon sızdırmam yüzünden ne yapacaklarını bilemediler.

Yok yok bulaşmamıştır bulaşmamıştır” diye kendilerini teselli ettiler…

Adamların bakanları bardak bardak çay içip “Bakın içiyorum işte bir şey olmuyor” dedi.

Hatta bazı sivri zekâlıları çıkıp “Radyasyon belli bir miktarda alınırsa yararlı olur, hele hele erkekliğe çok falyalıdır diye bilimsel açıklamalarda bulundu.

Bu kadar risk her şeyde vardır, trafik kazalarında da insanlar ölüyor, evdeki tüp gazlar da patlayabilir, radyasyonu tv izlerken de alıyorsun” diyenler bile oldu.

Bunları duyunca bir gururlandım ki sormayın, “Ben neymişim” dedim kendi kendime.

Benim sayabildiğim 400 nükleer santrallerde böyle kazalar oldu, en son da Fukuşima’daki olay… Eh insan hatasını haletsen bile doğa yapıyor yapacağını, deprem olunca ben de gene salıverdim işte…

Aklını başına alanlar nükleer işinden bir şekilde sıyırdılar… “Yapılacaksa başka bahçelerde yapılsın” dediler…

Ama akılsız insanoğlu bir şeyin farkında değil; nereye yaparsan yap ben gelip sizi bulurum. Rüzgâr olup yüzüne eserim, yağmur olur tepene yağarım, yediğin ekmeğe, içtiğin suya karışıp damarlarında dolaşırım…

Başka bahçelere kaçmakla benden kurtulamazsın kolay kolay…


17 Nisan 2011 Pazar

FRANSIZ

HER GÜNÜMÜZ 1 NİSAN




Fransızlar’ın aklına esmiş yılbaşı olarak kutladıkları 1 Nisan’ı değiştirip 1 Ocak’a almışlar. Ama bazı Fransızlar duruma Fransız kalıp hâlâ 1 Nisan’da devam etmeye başlamışlar. Bunlara da alık anlamına gelen “Nisan Balığı” demişler. Tabii bunun oranı hakkında net bir bilgi yok. Yani yüzde kaçı alık, yüzde kaçı değil belli değil. Bir varsayıma göre yüzde 60’lık bir oran “balık” ama bir başka varsayıma göre de asıl “balık” olan diğer grup. Çünkü insan durup dururken 1 Nisan olarak kutladığı yılbaşını ne demeye değiştirmeye kalksın…
Neticede balıklık ve alıklık arasında sıkı bir bağlantı vardır.
Özellikle sazan balıkları en ufak bir hareket gördüler mi hemen kendilerini sandalın içine atarak gönüllü olarak av olurlar bu yüzden balıkçılar en çok sazan balıklarını severler.
1 Nisanlarda bu tür sazanları avlamak için çeşitli şakalar yapıla gelmiştir;
1957 yılının 1 Nisanı'nda BBC'nin Panaroma isimli programında bir haber yayınlandı.
Haberi sunan Richard Dimbleby, bizim Ali Kırca’yla Mehmet Ali Birand arası bir spikerdi.
Haberde İsviçre'de o sene hava koşullarının çok iyi gittiği söyleniyor ve spagetti açısından bereketli bir yıl yaşanacağı ifadesine yer veriliyordu. Haber ağaç dallarından spagetti toplayan İsviçrelilerin görüntüsüyle verilmişti. Kanalı arayan binlerce sazan “Ağaçta nasıl spagetti yetiştirileceğini” soruyordu.
Şakalar genellikle sazanlara karşı yapılır ama bazen bu şakalar eşekler tarafından yapılır ki buna da “eşek şakası” denir. Tahmin edeceğiniz gibi bizde bunun örnekleri çoktur.
Beşiktaş-Kadıköy vapuruna binen bir şahsiyet “Hey millet üzerimde bomba var, şimdi pimini çekiyorum” diye bağırmış. Zaten her an bir şey olacakmış paranoyası içinde tetikte bekleyen halk için yeterli bir durumdu. Denize atlayanlar, kalp krizi geçirenler, sağa sola koşarken birbirlerini ezenler tabii ki mümtaz şahsiyetin “Bir nisan ulan bir nisan, nasıl da yediniz sazanlar” demesini duyamamışlar. Yargıç bu vatandaşa 15 ay ceza kesince de
“Hiç de şakadan anlamıyorlar” diye hayıflanmış…
Bir marangoz atölyesinde çalışan iki maganda iş bitimi üzerlerindeki talaşı temizlemek için kompresör kullanıyorlarmış; hamşolardan birinin aklına geleneksel şakamız gelmiş ve kompresörü arkadaşının makatına tutup basmış havayı, tabii diğer hamşoyu zor yetiştirmişler hastaneye…
Şakanın böyle bir yanı var işte, ayarını iyi yapmak gerek. Şakalara hemen kandığımız zaman balık, şaka yaparken suyunu çıkardığımız zaman eşek oluyoruz. Yani hayvanlıktan kurtulamıyoruz.
Komşumuz Yunanistan da şaka sever bir millet, onlar da kendi vatandaşlarına şakalar yaparken şakanın öznesi olarak bizi kullanıyorlar doğal olarak.
Atina'da yayımlanan Elefteros Tipos gazetesi 1 Nisan günü, ''Türkiye'nin 20 milyar avro değerinde Yunan tahvillerini yüzde 2,5 gibi çok düşük bir faizle satın almayı kararlaştırdığını'' yazdı.
Söz konusu faizin Almanya için uygulanandan daha az olduğunu, Yunanistan'ın uluslararası piyasalardan aldığı borç faizinin de yüzde 6 olarak şekillendiğini belirten gazete, ''Yunanistan'ın gerek AB gerekse Uluslararası Para Fonu'ndan (IMF) mali yardım istemesine gerek kalmadığını, nitekim ekonomik desteğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından sunulduğunu'' ifade etti. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'ın ''Komşunun evinde çıkan yangına gitmezsen senin evin de yanabilir'' şeklinde bir söz kullandığını belirten gazete, Türk bakanın bu açıklamalarının yerini bulduğunu ve Yunanistan'ın ''Ateş alan ekonomisine'' yardım edildiğini kaydetti.
Yunan halkını içinde bu şakaya inananlar olmuştur elbet, ama acaba bizimkilerden bunu duyunca “Vay be biz neymişiz meğer” diyenler de az değildir.
Eh son dönemlerde biz de sık sık bu tür şakalarla karşılaşıyoruz; şöyle bir anımsayalım…
İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof.Orhan Çeker, “Dekolte giyinen kadın tecavüzü göze alır” diye şaka yaparak herkesi eğlendirdi.
Onun kafadaşı olan iktidar partisinin bilmem nere bişeysi Süleyman Demirci Bey ise bu şakayı katladı; “Örtüsüz ev, perdesiz eve benzer, perdesiz ev de ya satılıktır ya kiralık” diyerek hepimizi gülmekten yerlere yatırdı.
Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı “Ha pu Çürt sorununa en iyi çare, Çürt avratlarunun pizum uşaklara kuma olarak verilmesidur” şakası gerçekten çok zarifti.
Başbakanımızın; tüp geçit inşaatı sırasında bulunan tarihi eserlere,
“Aslında çanak çömlek çıktı diyerek bizi oyalıyorlar; halbuki biz durmadan yola devam etmek istiyoruz” ; Nükleer santral için “Bunun tüp gazdan ne farkı var”, Kars’daki İnsanlık Anıtı için “Ucube” demesi şaka tarihine geçecek örneklerdendir.
Tabii bu “Ucube” tanımından sonra Kültür Bakanı’nın,
“Yok efendim, öyle dememiştir, ucube derken heykeli değil başka bir şeyi kastetmiştir” demesi, karşı tarafın da, “Hayır efendim tastamam heykeli kast ettim” diye yanıtlaması çağdaş Karagöz-Hacivat diyaloglarının güzel örnekleri arasındadır.
Hele hele, Cumhuriyet ilkelerini savunanlar, nedeni meçhul bir şekilde içeri alınıp 3 yıldır orada tutulurken işledikleri cinayetler sabit olan şeriatçıları “Siz fazla yattınız, yallah dışarı” diyerek tahliye etmeleri hiçbir yerde rastlanamayacak bir şaka örneğidir.
TÜSİAD’ın hiç üstüne vazife değilken hazırlayıp da kimyamızı bozan Anayasa taslağı da tam bir şaka kitabı niteliğindedir.
Her gün yeni bir şakayla karşılaşıyoruz; ben bu satırları yazarken bir şaka daha çıktı karşıma.
Hani şu an tutuklu 68 gazeteci için “Hiç kimse gazetecicik faaliyetinden dolayı tutuklu değildir” diyorlardı ya. Bir son dakika golü geldi; tutuklu gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmamış “İmamın Ordusu” kitabının kopyalarına yayınevi basılarak el konuldu. Yetmedi kopyaların gönderildiği başka kişilerin bilgisayarlarından bu bilgiler silindi, kopyayı elinde bulunduran kişilerden biri “Vallahi billahi daha okumamıştım, şöyle bir bakmıştım sadece” diye savunma yapmak zorunda kaldı, İyi ki de yapmış yoksa maazallah o bilgileri beyninden silmek için kim bilir ne yöntemler uygulanırdı. Nasıl şaka ama?
Şimdi diyeceksiniz “Yahu bunlar şaka değil, gerçek” diye…
Kesinlikte şakadır dostlar; bütün bu yaşadıklarımız kimliğini tam olarak anlayamadığımız ama şöyle böyle tahmin ettiğimiz birileri tarafından yapılan birer şakadır…
Sonunda biri çıkacak “Bir Nisaaaaan, nasıl da yediniz ama” diye dalga geçecek…
Sazanlık hep devam ediyor, anlayacağınız bize her gün 1 Nisan…