DÖRDÜNCÜ MAYMUN

23 Şubat 2018 Cuma

İTTİFAKIMIN ADI VAR


Çocuk yeni seçim yasa tasarısını pek anlamamış, doğal olarak babasına soruyor.
-Babacım ben tam olarak anlamadım, benim anlayacağım şekilde tane tane anlatır mısın?
Babanın canı sıkılıyor onca işi arasında bir de buna dert anlatacak, ama evlat neticede atsan atılmaz, satsan satılmaz.
-Neyi anlamadın güzel yavrum, yeni yasaya göre partilere birbirleriyle ittifak yapma imkânı veriliyor, iki, üç, dört veya daha çok parti seçimlere ittifak yaparak girebilecekler.
-Peki, eskisi gibi tek olarak giremeyecek miyiz?
-Güzel yavrum tabii gireriz ama o zaman onun adı ittifak olmaz. İttifak için birkaç parti olması gerek, değil mi aslan yavrum? Lafımı kesme de devam edeyim. Şimdi ittifak yapacak partiler oy pusulası üzerine yan yana duracaklar…
-Ama o kadar insan oy pusulasına nasıl sığacaklar babacım?
-Akıllı oğlum, tabii ki partilerin isimleri yazılacak.
-O zaman tamam, öbür türlü mantıksız oluyordu çünkü.
-Aferin benim mantıklı oğlum devam ediyorum… Sonra bu ittifaka bir isim verilecek. Nasıl senin bir adın varsa benim bir adım varsa bunun da bir adı olacak.
-Anladım, mesela Abdülhamit olsun…
-Ulan Abdülhamit diye ittifak ismi olur mu?
-Niye ki, önümüze gelen her yere veriyoruz Abdülhamit diye burada niye olmuyor?
 -Mesela diyelim ki “Milli ve dini cumhur ittifakı” dedik; bunların yanında mühür basılacak birer yuvarlak olacak. Seçmenin biri geldi A partisinin yuvarlağına, bir başkası B partisinin yuvarlağına bastı; bir başkası da geldi ikisinin ortasına bastı işte her durumda bunlar ittifak yaptıkları için hepsi ittifakın oyu olarak sayılacak.           Yani partinin kendi yuvarlaklarına basılan oylar kendi hanelerine etki edecek, ortaya basılan ittifakın oyu sayılacak. Peki bu durum partilerin milletvekillerine nasıl yansıyacak Konyalı bilim adamlarımız üzerinde çalıştılar şöyle bir bilimsel yol buldular,  “İttifak yapan her bir partiye ortak oylardan gelen pay; ittifak yapan siyasi partilerin tek başına aldıkları oyun bu partilerin toplam oyuna bölünmesi ile elde edilen katsayının ittifakın ortak oyu ile çarpımı sonucu elde edilecek.” bu kadar basit, tabii bunun hesaplanması için sandık başkanlarını robot uzmanı alimlerimizden seçip  rabbimin izniyle meseleyi halledeceğiz. Aslında ittifaka verilen bir oy iki oy sayılsın diye bir sistem üzerinde çalışıyoruz ama onu çözemedik daha, bu defa muhalefet 10 partiyle ittifak yaparsa çuvallarız.
Bu uzun cümle çocuğun algı sınırları için epey zorlayıcıydı haklı olarak;
-Bir daha söyler misin babacım, diye sordu.
Baba bir derviş sabrıyla anlatmaya devam etti.
-Yani kısaca partilerin toplam oyu %10’u  geçerse, bir parti %10’un altında bile kalsa %10’u geçmiş sayılıp meclise girecek.
-Aaa bu şeye benzedi…
-Neye benzedi?
-Hani bir zamanlar savaş yapmıştık, Almanlar bizim dostumuzdu, onlar yenilince biz de yenik sayılmıştık… Burada da biz kazanırsak onlar da kazanmış sayılacak. Orada da şey vardı, itilaf devletleri, ittifak devletleri diye. Aaa ne tesadüf orada da ittifak var bak.
-Benim tarih şuurlu çocuğum, tam olmasa da biraz andırıyor. Devam ediyorum bir de mühürlü oy meselesi var; geçen oylamada epey tantana çıkardılar bu defa onu da hallediyoruz. Artık mühürsüz oylar da kabul edilecek.
-Peki, hiçbir yere mühür basılmazsa oy hangi partiye gidecek?
-Bu o mühür değil evladım seçmenin partiye bastığı mühür değil, sandık kurulunun pusulaya bastığı mühür.
-Aaa sandık kurulu da mı mühür basacak? Yani ya A partisine, ya B partisine ya da ortaya. Peki o zaman karışmaz mı, hangisi hangisi diye?
-Hayır akıl küpüm, pusulanın arkasına basılıyor o mühür.
-Peki o zaman o oy hangi partinin yüzdesine yazılıyor.
-Hiçbir partinin yazılmıyor, çıldırtma beni tepeleyeceğim şimdi.
-İyi de o zaman niye basılıyor?
-Çünkü seçimlerde herhangi bir suiistimal olmasın diye, sahte oylar olmasın, diye.
-E mühürsüz olursa da sayılacak dedin.
-Dedim.
-Mühürlü olursa?
-O zaman da sayılacak.
-Peki madem her iki halde de sayılacak o zaman ne demeye zahmete girip mühür basıyorlar? Sandık başkanlarına eziyet. Geçen seçimde başkan amcalardan biri “Allah verdikçe veriyor” diye mühürsüz oyları damgalayıp duruyordu, içim acımıştı valla kim bilir ne kadar yorulmuştur zavallı.

-Bir dakika yahu bu benim hiç aklıma gelmemişti. Bu defa hakkaten aferin, gene senden hayır var, hemen gidip talimatı vereyim düzenlemeyi ona göre yapsınlar. Hepsi mühürsüz olsun anasını satayım. Mükafat olarak ittifaka senin adını vereceğim…



HÖH


Höh, amiyane bir nida gibi sanki. Birini eleştirirken, biriyle dalga geçerken;
“Höh sana!” dersiniz ya…
Son günlerde sık duymaya başladığımız ilerleyen zamanda da çok duyacağımız hatta HÖH de böyle bir şey sanırım.
İki ayrı Höh varmış;
1-Özel Halk Hareketi
2-Özel Halk Harekâtı
Hareket ve harekât kelimelerin anlamlarını biraz irdelediğimiz zaman şöyle bir durum çıkıyor ortaya.
Hareket; TDK sözlüğüne göre “Bir şeyin yerini durumunu değiştirmesi hareket etmesi;  belirli bir amaca varmak için birbiri ardınca yapılan ilerlemeler, akım” anlamlarına geliyor, yani halkın bir şeyler yapması durumu var, ancak burada anahtar kelime “özel”.
Halk özel olarak bir şeyler yapacakmış.
Ne yapacak tam bilemiyoruz, çünkü özel…
Harekât ise askeri bir terim; “Bir askerî birliğe yaptırılan manevra, çarpışma, çevirme, kovalama” anlamına geliyor ki bu da ilki gibi özel.
Ve her ne kadar ilki gibi dehşete düşürüyorsa da ilkine göre daha açık sözlü niyetini ne yapacağını gayet net bir şekilde ifade ediyor.
15 Temmuz dinci darbe teşebbüsünden sonra yetkililerin burunlarının dibindeki yaverler bile darbeci çıkınca ciddi bir paranoya baş gösterdi.
Sokaklara çıkan halk ne yapacağını tam olarak bilmediğinden bir o yana bir bu yana koşturdu, aralarında hayatlarını kaybedenler oldu; tehlikenin durulduğunu anlayınca da gaza gelip rastladıkları emir kulu askerleri linç ettiler.
İşte bu hareket ve harekâtlar bu başıbozukluğa bir düzen getirmeyi amaçlıyor.
Yani hareket ve harekât,  artık plan program; emir komuta düzeninde sürecekmiş.
Artık bilinçsiz olarak sağa sola koşturulmayacak, ille de birileri linç edilecekse bile bir nizam intizam içinde edilecek…
Özel kurulan kamplarda silahlı eğitimler başlamış bile; 70’li yılların komando kamplarında eğitilen tosuncuklar akla geliyor hemen 12 Mart faşizmin kontrgerilla faaliyetlerinde pek çok faili meçhulde kullanılmış bu tosuncuklar 12 Eylül darbesiyle boşa düşmüşler daha sonra mafya âleminin “saygın” babaları olarak icrayı sanat eylemişlerdir.
Şimdi gel de benzetme yapma…
Onlar da vatan kurtarma iddiasıyla yapıyorlardı her ne yapıyorlarsa.
Ama her vatandaşın olduğu gibi onların da önemli sorunları var tabii…
Silah ve mühimmat eksikleri varmış;  pompalı tüfekler yetmiyormuş daha profesyonel, attığını vuran yivli silahlar istiyorlar.
Aslında 15 Temmuz’u düşündüğümüzde lav silahı, roketatar, uçaksavar da vermeleri gerekiyor; tankları ve tepemizde dolaşan F16’ları başka türlü imha edemezler.
Bir de SADAT diye bir şey varmış; onlardan çok daha donanımlı (şimdilik), çok dapa profesyonel…
Ben bunu ilk bakışta Sedat diye okudum ve isim zannettim ve hemen çağrışım yaptı aklıma bizim okul döneminden “Nokta nokta Sedat” geldi.  Bu nokta nokta yerine gelen bir lakabı vardı ama benim burada söylemem pek yakışık almaz bu nokta noktada tahmin edebileceğiniz gibi bütün okulun yaka silktiği, rezilliğin zirvesinde biriydi. Kısa zamanda da belge alıp ayrıldı; şimdilerde saygın bir işadamı olarak dolanıyormuş ama nokta noktalığından asla taviz vermemiş.
Neyse konumuz Sedat değil SADAT yani Uluslararası Savunma Danışmanlık Ticaret Şirketi. Genellikle yurtdışında savaşan gruplara askeri eğitim veriyor, nasıl insan öldüreceklerini anlatıyor en kısa şekliyle.  
Başında ordudan atılan bir subay varmış (sahi acaba hangi gerekçeyle atılmış),  aynı zamanda sarayın başdanışmanlarındanmış hoş Fesli Kadir bile başdanışman olabiliyorsa bu hayli hayli olur. Aslında bizim Nokta nokta Sedat’la benzer yanları çok sanırım…
Netice olarak birileri organize olmuşlar harıl harıl gerilla savaşı teknikleri öğreniyorlar…
İç savaş tehlikesi söylemine girerek bu tehlikeye karşı uyarı yapanlar, felaket tellallığından vatan hainliğine kadar çeşitli suçlamalara maruz kalabilirler…
En azından şimdilik uyanık olarak bu tür hareketlere “Höh size” diye tavır almakta fayda var.

                                                                                                                      

MAN ADASI, REZA’YA KARŞI


Hiçbir derbi maçı bu kadar heyecanlı olmamıştı, aynı zamanda gündeme gelen iki olay kapışıyor; bakalım hangisi ötekinin önüne geçecek?
Mancılar ve Rezzacılar kıyasıya rekabet halinde.
 Man Adası diye bir adanın varlığından çoğumuz daha yeni haberdar olduk.
İngiltere’ye bağılı bir devletmiş, geçim kaynağı kara para aklanmasından geliyor.
Bayrağı, tabanları yağlayan bir adam imajı yaratan üç ayaktan oluşuyor…
Adanın kuyruksuz kedileri çok meşhurmuş…
Kedilerin neden kuyruksuz olduklarına dair efsaneler çeşitli. Zamanında Vikingler miğferlerine süs olsun diye kedilerin kuyruklarını kesip asarlarmış; kediler de onların bu davranışını engellemek için doğar doğmaz yavrularının kuyruklarını ısırarak kopartırmış bir kediye yakışacak son derece onurlu bir hareket. Bir başka efsaneye göre Nuh’un gemisine en son bu kedi binmiş, o sırada da fırtına çıkınca kapı kapatılmış ve kedinin kuyruğu da dışarıda kalıp kopmuş. Kedilerin rahatına düşkün hayvanlar olduğu malum, sallana salana en son gelen canlı olması inandırıcı. Tabii “bilimsel” yaklaşımlar da var, kuyruksuz kediler sözde kediyle tavşanın çiftleşmesi sonucu doğmuş; bu teoride “bizim papaz eriğini imam eriğine çeviren” ilim insanlarımızın parmağının olması olasıdır. Neticede adayla o kadar ticari bağımız olmuş.  Bunlar eğlenceli hikâyeler tabii, ama birinin bu kedilerle bizdeki trafoya giren kedinin akrabalık ilişkisini araştırması çok yararlı olur, ilinti olması olasılığı yüksektir.
Bu adadaki beş lira sermayeyle kurulan şirkete tanıdık simaların yolladığı milyarlar merak konusu oldu, en çok merak edilen konu da ticaret olduğu söylenen ticaretin ne olduğu konusu. Sanıyorum bunu kendileri de bilmiyordur.
“Tamam, düzeneği kurduk, şirketi açtık, alışverişe başladık; keşke ne alıp verdiğimiz konusunu da baştan belirleseydik. Şimdi biri aniden sorunca cevap veremiyoruz; biriniz durumu kurtarmak içip ‘Pirinç satıyoruz’ diyecek sonra dünür ondan habersiz ‘Lokum sattık’ diyecek hele hele oğlan da çıkıp ‘Biz ticaret mi yapıyorduk yahu?’  derse iyice madara olunacak…”  diye kara kara düşünüyorlardır. Fazla detay vermemelerinin nedeni büyük ihtimalle bu durumdur.
Man Adası olayı tam gaz giderken ABD’deki Zarrab davası da onunla at başı gidiyor.
Rıza, Reza, Sarraf, Zarrab olayı bizim cephemizde önce hayırsever Rıza olarak anılırken bir anda Reza’ya döndü; bunun Esat’ın Eset’e dönüşüyle bir ilgisinin olmadığına da gene bilim insanlarımız karar versin.
Önce Reza Zarrab ötmeye karar verip aradan sıyrılınca dava “Atilla Amerika’ya karşı” adını aldı, pek afili bir film adı gibi.  Görünen o ki devam filmleri de gelebilir…
“Egemen Amarika’ya karşı”, “Süleyman Amerika’ya karşı”, “Çağlayan Amarika’ya karşı” “Muammer Amerika’ya karşı”,  gibi örneklerle devam edebilir.
Son durumda günah keçisi seçilen müdür yardımcısı Atilla’nın hali içler acısı gerçekten, gerçekten de belki de rüşvet almayan daha doğrusu alamayan tek kişi o belki de.
Maşallah Zarrab alışkanlık gereği trafikte emniyet şeridini açan trafik müdüründen hapishanede kendine, içki, uyuşturucu ve hatun bulan gardiyanlara kadar her gördüğüne rüşvet dağıtmış; gönlü bol bir arkadaş, kimseden esirgememiş.
Zavallı müdür yardımcısı dövünüyordur şimdi “Saatten vazgeçtik hiç olmazsa bir tükenmez kalem kapaydık bari”, diye.
Çok heyecanlı bir dizi film gibi sürüyor; bakalım bir sonraki duruşmada ne olacak?
Kimin adları söylenecek?
Kime ne rüşvet verildiği ne bir biçimde tüm detaylarıyla söylendiği halde bizimkiler hakkında en ufak bir hareket bile yok hâlâ, çay içmek için olsun savcılığa davet yok…
Zamanında “Saat aldığımı söyleyenler ispatlamazlarsa, şerefsizdir, namussuzdur, hayâsızdır” diye böğürenler şimdi arazi durumunda.
Ama iç acıtan bir detay var; arkadaş dümenlerini çevirmek için Çin ve Hindistan’ı da denemiş, orada da epey uğraşmış ama becerememiş.
Savcı soruyor, “Niye beceremedin?”
“Oradakileri satın alamadım, rüşveti kabul etmediler…”
Reza o yüzden tamamen Türkiye’ye yönelmiş… Biliyor çünkü burada parasını bastırdın mı alamayacağın şeyin olmadığını.


Sonuç olarak kıyasıya bir mücadele var; bakalım “Man Adası Reza’ya karşı” davasını kim önde bitirecek?