DÖRDÜNCÜ MAYMUN

17 Şubat 2013 Pazar

SANSÜRÜN CIVIK HALİ


Şu an sansür diye bir şey yoktur, hepinizin içi rahat olsun.
Türk Dil Kurumu’na göre sansür şöyle tarif ediliyor;
SANSÜR :İsim; Fransızca censure
1. isim; Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim.
2. Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin yayınının ve gösterilmesinin izne bağlı olması, sıkı denetim.
Bir kere sansür olması için önce bir sansür heyetinin olması gerekir; Abdülhamit döneminde böyle bir kurul vardı; gazeteleri yayınlanmadan kesip biçiyorlardı sonra bu cumhuriyet dönemine de yansıdı boş çıkan gazete sayfaları görüldü. Sonra basındaki sansür heyeti terk edildi, sansür heyeti sadece sinema filmlerinde boy gösterdi; uzun bir süre abuk sabuk gerekçelerle filmler kesilip biçildi; örneğin bir polisin favorili olması sansürlenmesine neden olabiliyordu. Sansürcü burada olaya film eleştirmeni edasıyla yaklaşıyordu, bir köy filminde “Bu adamlar köylü ama çok güzel bir Türkçe ile konuşuyorlar” diyerek makası basıyorlardı. Bu rezalet de şimdilik terk edildi neyse ki. Artık sinemada da sansür yok.
Yani bir üst kurum bunları denetlemiyor…
Artık mesele çok daha altlardan hallediliyor yani kökten çözüm…
Kitapları basanlar kendi kendilerine bitiriyorlar işi…
Edip Cansever’in “Masa da masaymış ha” şiirinde “bira” kelimesi geçiyor; birada alkol var, alkol de zararlı. Ders kitabını basan şahıs “Başımıza iş almayalım” diyor, “Adam oturmuş masaya bira koyuyor, ne olur, ne olmaz, milli eğitimden son dakikada geri dönmeyelim” diye içinde bira geçen dizeyi atıyor. Gerçi şiirde masaya oturan adam bira koymuyor, biranın dökülüşünü koyuyor ama buradaki farkı anlamak için farklı bir zekâ gerekiyor elbette. Masa, masa ama kafa kafa değil neticede…
Daha önce de Yunus Emre’nin başına gelmişti aynı şey, cennetteki hurilerden bahseden dize biranda buhar oluveriyor. Yunus deyince akla hemen Molla Kasım söylencesi geliyor, öyküye göre Yunus’tan çok sonra yaşamış Molla Kasım adındaki adam oturmuş onun şiirlerini sansürlemeye başlamış (ki Yunus okuyan kâfirdir fetvaları da o dönemlerde başlamıştır) sansürlerken bir de görür ki Yunus’ta şöyle bir dize vardır: 
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla kasım gelir”…
Molla Kasım da “Aaa bu beni nereden bildi!” der ve sansürcülüğe tövbe eder.
Molla Kasım gerçek midir değil midir o ayrı konu ama belli ki ilginç bir karakter. Bizim özellikle muhafazakâr yazarlarımız Molla Kasım’ı pek severler, örneğin Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcı’nın bir dönem köşe yazıları yazarken kullandığı takma adı Molla Kasım’dır. Bir başka “muhafazakâr sanat” savunucusu yazarımız da Yunus Emre’yi anlattığı kitabında bu Molla Kasım söylencesini anlatır; bunu anlatırken Yunus’un söz konusu şiirini de yazar ama her nedense “…seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir  den önce gelen,
Andan Cennete varam Cennette huriler görem
Huri gılmanı bir bir koçasım gelir  bölümünü atlar…
Elbette bir muhafazakâr için, hurilerle gılmanları kucaklamak biraz fazladır ve hemen sansürlenmelidir. Neticede yazarımız kendi yazdığı kitaba sansür uygulayarak anlattığı Molla Kasım’dan bir farkı kalmadığını göstermiştir.
Artık insanlar programlanmıştır, artık kendi uçağını kendin yap gibi kendi sansürünü kendin yap dönemi başlamıştır. Eh uçak dedik benzer bir durum orada da var, THY hostes kıyafetlerini tasarlayan modacımız tamamen özgün iradesiyle  “Böyle yaparsam yaranırım” düşüncesiyle yaratmıştır şaheserini.
Edebiyat klasiklerinde kafaları bir yerlere takılanlar işi gücü bırakıp şikâyet etmektedirler ve ne yazık ki ciddiye alınıp bu şikâyetlerden dolayı da soruşturmalar açılmaktadır.
Televizyonlarda her türlü, içki, sigara, bacak, omuz başı, köprücük kemiği görüntüleri ve Atatürk isimleri buzlanmaktadır. Bunlar da kimseden alınan emirlerle değil tamamen yayıncının özgür iradesiyle yapılmaktadır.  
Ercan Akyol'un tartışılan karikatürü
Milliyet Gazetesi çizerlerinden Ercan Akyol geçenlerde türbanlı avukatlarla ilgili bir karikatür çizdi, malum çevrelerden de tepkiler geldi malum olduğu üzere. Ancak vahim olan bu tepkilerin gazetenin ombudsman köşesinde yayınlanması, ombudsmanın da Ercan’ın aleyhinde yorum yapıp adeta kendi çizerini hedef göstermesi. Duruma bakar mısınız, “Valla biz çizmedik, o çizdi, bir daha olmaz, biz onun kulağını çekeriz merak etmeyin” diyerek tam bir teslimiyet havası hâkim.  Milliyetin kan kaybettiği görülüyor, yakında taze kan olarak düşünülen isimleri duydukça bu durum daha da netleşiyor…
Tarihi dizilere olanlar belli, meşhur ecdat fırçasından sonra herkes kendine çekidüzen vermeye başladı, ama gene de meclise verilen “Tarihi kişiliklere dokunulamaz” önergesini engelleyemediler. Önümüzde hepimizi bekleyen şenlikli günler görülüyor.

Otosansür tüm haşmetiyle sansürün yerini almış durumda, her yerde ve her kurumda.
Bilim kurumu sanılan TÜBİTAK’ın bir Darwin sorunu var söz gelimi…
 Darwin’den söz açılmışken bir parantez açıp 1960 yapımı bir Amerikan filminde bakalım;
İnherit the Wind (Rüzgârın mirası), yönetmen Stanley Kramer; konu bize pek yabancı sayılmaz. Amerika’nın tutucu bir eyaletinde bir öğretmen öğrencilerine Darwin’den, Evrim Teorisi’nden falan bahseder;  öğretmen hakkında soruşturma açılır (Demek orada da böyle şeyler olmuş zamanında Amerika da o yollarlar geçmiş). Eyalet savcısı tutucu biri, politikada da yükselmek istiyor bu davayı kullanmak ister ve öğretmeni mahkûm etmek için her şeyi yapar. Derken Spancer Tracy’in oynadığı Avukat Henry Drummond gelir. Esaslı bir savunma yapar ve öğretmen beraat eder. Savcı bile onların haklılığını kabul eder, ve mutlu son. Ancak sürpriz bir final daha vardır, Avukat Drummond da aslında Evrim Teorisi’ne karşıdır; buna rağmen savunusu yapmıştır.
 Burada mücadelesini verdiği tek şey tamamen ifade özgürlüğüdür…
Ve 2013 Türkiye’si bir bilim kurumu olduğu iddia edilen TÜBİTAK, Darwin’li yayınlarına son verdi…

Artık görünürde sansür yok çünkü sansürün sıvama aşaması tamamlanmış ve her yere yayılmıştır. Sansürün en rezil, en cıvık hali olan otosansür tüm haşmetiyle her an, her yerde…