DÖRDÜNCÜ MAYMUN

23 Mart 2020 Pazartesi

KORONA VE DEĞİŞİM




Değişmeyen tek şey değişimdir, demişler.
Korana günleri süresince bunu daha iyi anladık.
Öncelikle bu virüs bir değişim süresinden geçti zaten, öteden beri bilinen başka bir virüsmüş ama zaman içinde mutasyona uğrayıp yani evrim geçirip bugünkü haline gelmiş.
Evrim teorisine şiddetle karşı olup, ders kitaplarından bu konuyu çıkartanlar şimdi bundan bahsetmekte dolayısıyla onların da bir değişim sürecine girdiğini söyleyebiliriz
Asırlar sonra ilk kez Cuma namazını yasaklayıp bunu da minarelerden Türkçe olarak “Evinizde kılın” diye bildirmelerini başlayan bir değişimin habercisi olarak görebiliriz.
Hristiyan aleminde de Papa, “Günah çıkarma için kiliseye gelip papazın karşısına geçmenize gerek yok, evinizden Tanrı’yla direkt olarak konuşabilirsiniz, bizi bulaştırmayın aranızda halledin.”, açıklaması manevi dünyadaki değişimin küresel boyutta olduğunu göstermektedir. Havralarda da benzer eğilimler görülmektedir.


Bunun yanında her türlü özgürlüğü savunan, her türlü yasağa karşı, faşizme karşı omuz omuza savunan demokrat, sosyalist, devrimciler virüs karşısında herkesten önce “Sokağa çıkma yasağı gelsin” demeye başlamış ama aynı şekilde her türlü baskıyı her türlü yasağı her fırsatta uygulayan iktidar “Durun hele, bekleyelim, bakalım” aşamasına gelmiştir.
Değişim inanılmaz bir hızla kendini göstermiştir.
Bazı kesimler bu virüs meselesinden sonra epey rahatladılar bu kesin.
Artık ne Suriye, ne İdlip, ne S-400, ne mülteci sorunu hepsi unutuldu gitti.
Kimine Allah’ın gazabı kimine göre Allah’ın lütfu!

Komplo teorisyenleri bu virüsün toplumu yeniden formatlayıp istenilen değişikliklere uğratmak için bilinçli olarak yaratıldığını söylemektedirler. Paralar mikrop saçtığı için tamamen sanal paraya geçilecek, insanların alışkanlıkları değiştirilecek türünden varsayımlar yaşananlara bakılırsa çok da mantıksız değil.

Aslında tarihe tanıklık ettiğimiz için biraz şanslı sayılabiliriz; ilk kez küresel anlamda bir salgın vakasıyla karşı karşıyayız, tüm dünya aynı anda evlerine kapanmış durumda.
Bütün dünyada aynı anda insanlar marketlere hücum edip ne bulurlarsa yağmalamaya başladılar. Marketlerde tuvalet kâğıdı, kuru gıda, kolonya, hijyen malzemesi özellikle makarna rafları boşaldı. Evlere stoklanan makarnalar yüzünden salgın geçse bile küresel anlamda bir obezite sorunu yaşanacağı kesindir.

Yetkililerin 65 yaş üstü kişilerin risk grubunda olduğunu söylemesi sonucu bu yaşın altındakiler “Bizim daha vaktimiz var” diyerek büyük bir rehavete kapılmış daha da rezili 65 yaşındakilere virüs yayıcısı yarasa muamelesi yapmaya başlamıştır. Kısa bir süre sonra sokaklarda vampir avlar gibi 65 yaş üstü avına çıkmaları yakındır diye düşünüyorum.
Yani “70 yaşındaki dedesinin kalbine uyurken kazık çaktı” türünden haberler görmemiz şaşırtıcı olmaz.
65 yaşındakilere çıkma yasağı gelmesi değişim alanında ilginç görüntülere sahne oldu.
Evdeki 65 üstü vatandaşın ihtiyacı polis tarafından karşılanmaya başladı.
Vatandaş düne kadar sabahın köründe kapıya dayanmaya, meydanlarda biber gazı sıkmaya, coplamaya alışmış polise bir “Alo” deyip sipariş vererek bakkal çırağı muamelesi yapmaya başladı.
Amcanın biri aramış “Beyaz peynir, kavun, bir ufak rakı” diye vermiş siparişi.
Polis dumur halinde arıyor amirini “Rakı istiyor ne yapalım?” diye.
Normal koşullarda böyle bir durumda o rakı şişesini farklı amaçlar için kullanırlar.
Amir de şaşkın “Emir büyük yerden alacaksın çaresiz, hatta biraz da buz götür, bizden olsun” diyor.
Bu değişim değildir de nedir?

Tabii şaşılan bir değişim de hijyen kurallarında görüldü, suya sabuna dokunmayı necip insanlarımız artık suya da sabuna da üstelik biraz da abartarak dokunmaya başladı.
Elleri fazla ovuşturmaktan buruşmuş vatandaşlar bu kez de krem kuyruklarına girmeye başladı. Eve gelince elbiselerini, ayakkabılarını yıkayanlar çoğunlukta, bir hanım kızımız cep telefonunu yıkamış tabii telefon pert olunca da pek üzülmüş. Telefonu pirince yatır demişler ama daha önceden pirinci de yıkadığı için pek faydası olmamış.
Tıp insanlarına da bakışta fark edilir bir değişim söz konusu; düne kadar doktorlara hemşirelere kafa göz dalanlar şimdi onların önemini kavradılar, alkışlamalar başladı. Bazı yalakalar her zamanki yalamaları gereği bu alkışlara “Teröristler, pislikler” diye tepki gösterdiği anda iktidar tarafından da alkışların geldiğini görünce ters köşe oldu.
Elbette tüm bunlar işin olumlu yanları sayılabilir.

Hükümette de her zamankinden biraz farklı değişimler gözlenmiyor değil.
65 yaş üstüne maske ve kolonya müjdesi geldi örneğin.
Gerçi bunun nasıl yapılacağı halen meçhul, umarım çay dağıtımı gibi olmaz.
Yani otobüsün üzerinden, “Bu maskeyi takacaksınız, bu kolonyayı da sıkıp keyif yapacaksınız.” diye kolonya şişeleri insanların kafasına fırlatılmaz.
Bu defa da alnı yarılanlar acil servisleri dolduracağından hastanelerin yükü katlanabilir.
Tabii bu gelişmeler daha çok işverenin neşesini yerine getiren türden olsa da gene bir şeydir.

Yani bu berbat salgın sonuçta dünyada olumlu değişimlere de neden olabilir, biz de sebepleniriz biraz.

Nasrettin Hoca imam efendiyle değişim üzerine tartışıyorlarmış.
İmam anlatmış “Hocam doğdun, büyüdün, yaşlandın değiştin;  yarın öleceksin, toprağa karışacaksın, toprakta otlar bitecek, bir öküz gelip o otları yiyecek, sonra fışkısını yapacak, ben de gidip o fışkıya diyeceğim, bak işte ne kadar değiştin.”
“Doğru” demiş Hoca “Sen de yarın öleceksin, toprağa karışacaksın, toprakta otlar bitecek, bir öküz gelip o otları yiyecek, sonra fışkısını yapacak, ben de gidip o fışkıya diyeceğim, ulan hiiiç değişmemişsin.”

Netice olarak her ne kadar değişmeyen tek şey değişimse de gene fazla umutlanmayalım.
Bazıları ne yaparsan yap hiiiiiç değişmiyor.

15 Mart 2020 Pazar

ATAY SÖZER İLE SÖYLEŞİ





Proje sizin değilse bile bir yerden sonra o projenin bir parçası oluyorsunuz.

Söyleşen: Mehmet Akif Ertaş

İkinci kitabım Ne Kadar Yerli, Niye Hâlâ Uzun?’da sinema ve televizyon sektörünü ana ve alt başlıklarıyla sorgulayan söyleşilerimi bir araya getirmiştim.

sayısına kadar editörlüğünü üstlendiğim IHLAMUR’un 36. sayısında başladığım bu söyleşilere, her cuma müzik analizlerimi yayımlayan e- gazete Lider Haber’de devam edeceğim.
Müzik analizlerim gibi belli bir periyodu olmayacak söyleşilerimin ilkinde Atay Sözer’i ağırlıyorum.

Sözer; Güllabici, Laz Güvercin, Damdan Düşen Başbakan, Dalından Düşmeyen Yaprak, Kafadaşlar  gibi eserlere imza atan; İçimdeki İnsan, Kirpi gibi sinema filmlerinin; Kuruntu Ailesi,  Çiçek Taksi, Tatlı Kaçıklar, Hastane gibi televizyon dizilerinin senaryolarını yazan; belirli bir periyotta çıkmayan Homur ve iki aylık periyotta yayınlanan  Homurcuk ve Metal Karınca (Çocuk dergisi)  dergilerine ve İstanbul Gerçeği internet gazetesine katkı sunan bir kalem.

Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılan senaryo yarışmasında Allah’ın Adamı senaryosuyla Muzaffer İzgü ödülü kazandı.

Öyle Bir Şey, Sahibini Arayan Madalya, Ölümünün 400. Yılında Mimar Sinan, Kuruluş/Osmancık başlıklı yapımlarda yönetmen yardımcısı olarak görev üstlenen; Nasreddin Hoca, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın adlarını yaşatmak için verilen öykü ödüllerine layık görülen Sözer’le; mizah, komedi, absürd komedi gibi kavramların konumlandırılması, televizyon dizilerinin uzunluğu, yardımcı yönetmenlik, edebiyat uyarlamaları ve benzeri konulara odaklı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşiye geçmeden, bu söyleşiye bir sorusuyla katkı sunan Enver Turan’a teşekkür ediyorum.

Atay Bey, söyleşi perdesini aralamadan önce, söyleşme teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

“Yerli Dizi Yersiz Uzun” hareketine yaptığınız katkılardan dolayı ben de size teşekkür ediyorum.

Söyleşimizi derinleştirmeden önce, birçok televizyon dizisinde ve sinema filminde başrolü üstlenen İstanbul’a, mizah ve senaryo yazarı gözüyle nasıl baktığınızı öğrenmek istiyoruz.

İstanbul size göre, meşhur ifadeyle, kültür, sanat ve edebiyatın başkenti mi, çeşitli ayak oyunlarının koruyucusu mu, yoksa üçüncü bir göz mü gerekiyor, ona bakmak, onu görmek için?

İstanbul, ülkenin dört bir yanından gelen kültürlerin harmanlandığı bir şehir, bir Türkiye prototipi dersek yanlış olmaz. Elbette zaten Bizans ve öncesinden gelen dokusuyla da başka kentlerle kıyaslanmayacak bir özelliğe sahip. Bana göre canlı bir varlık, nefes alıyor, bazen öfkelenip sizi ısırabiliyor onun için suyuna gitmeniz gerek. Kültür başkenti diyebileceğimiz gibi aynı zamanda bir entrikalar şehridir de. Bizans entrikaları denen olaylar zamanla Osmanlı saray entrikalarına dönüşmüştür. Teodora’yla Kösem Sultan’ın pek bir farkı yoktur aslında. Özellikle eski dönemde yapılan birçok filmin ana karakteri İstanbul’dur zaten. İstanbul’un başrolde olduğu bir projem de var.

Aziz Nesin’in adını yaşatmak için verilen gülmece öyküsü ödülünü alan bir isim olarak; gülmece, mizah, komedi, absürd komedi, parodi kavramlarını nerede konumlandırıyorsunuz, isminizin hangisiyle ya da hangileriyle bir arada geçmesi sizi memnun ediyor?

Aziz Nesin kuşkusuz mizah tarihimizde bir ekoldür. Aziz Nesin gülmece ifadesini Türkçe olması açısından mizah yerine kullanmayı tercih etse de kavram olarak tam karşılamıyor bana göre. “Gülmece” dendiğinde hep gülen, neşeli kişiler akla geliyor. Oysa Aziz Nesin’in demek istediği bu değil elbette. Mizah, zayıfın güçlüye karşı kullandığı bir savunma silahıdır. Bunun tersi olmaz yani güçlü zayıfa karşı kullandığı zaman o mizah olmaktan çıkar.

Kendi içinde bir sınıflama vardır, yaygın olarak güldürme ağırlıklı işler görüyoruz özellikle ticari işlerde karşımıza çıkıyor. Mümkün olduğunca çok izleyici hedeflendiği için kolay algılanan, kaba gülmece yöntemleri uygulanıyor. Bu tip işlerde bir alt metin konulup da bazı izleyicilere bu fark ettirilebiliyorsa bir artı puan sayılabilir. Ama genellikle bu işler tüketildikten sonra unutulup gidiyor. “Fast food” beslenme gibi “Fast mizah” diyebiliriz bunlara. Karnınızın anlık olarak doyduğunu zannedersiniz ama sağlıklı olduğu konusu tartışmalıdır.

Kendimi kara mizah türüne daha yakın bulurum, bazen doğrudan bazen de metaforlar yoluyla gündeme göndermeler yapmayı severim. Mekân komedilerindeki esprili diyalog akışını geleneksel mizahımızdaki Kavuklu-Pişekâr muhaverelerindeki yapıya uydurursak çok keyifli işler çıkabiliyor. Bu tarz işleri yazarken oynayacak oyuncuyu da tanıyorsam, o sahneyi nasıl yorumlayacağı gözümün önüne, hangi tonlamayla konuşacağı da kulağıma gelir ve izlemiş gibi gülerim. Tabii üslubunuzu, kuracağınız atmosferi seçeceğiniz hikâye belirler.

Biz hikâye ile öykü arasında bir nüans olduğunu düşünüyoruz. Gülmece öyküsü ödülü alan bir isim olarak siz, bu ayrımı doğru buluyor ve iki terimi birbirinden ayrı yerlerde konumlandırıyor musunuz?

Her ne kadar öykü hikâyenin öztürkçesi olarak algılansa da arada dediğiniz gibi bir nüans var.  Hikâyede bir vaka anlatılır öykü de ise imgeler ön plandadır. Ömer Seyfettin hikâyesinde kolunun diyeti kafasına kakılan adam sonunda kolunu kesip fırlatır. Başı sonu belli bir olaydır anlatılan. Sabahattin Ali’de de aynı özellik vardır. Biri nasıl bir hikâye olduğunu sorduğunda ona iki cümle içinde rahatlıkla anlatabilirsiniz. Ama bir Sait Faik öyküsünde bu yoktur anlatamazsınız, o öyküyü okumanız gerekir, tıpkı bir şiiri anlatamayacağınız gibi.

Tıp doktorluğu, öğretmenlik, mühendislik mesleklerinin, cumhuriyetin ilanından beri idealize edildikleri malûm. Siz “Hastane” isimli televizyon dizisini sözünü ettiğimiz idealizasyonu önemsediğiniz için mi kaleme aldınız?

Babam doktordu, çocukluğum onun doktor arkadaşlarıyla ve hastalarıyla yaşadıklarını görerek ve dinleyerek geçti bu yüzden olayların içindeki ayrıntılara hâkimim. Ayrıntılar da bir samimiyet bir sıcaklık getiriyor. Hastane dizisi Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın yapımcılığında gerçekleşti. Devekuşu Kabare’nin özelliği yaptıkları işlerde güncel, siyasi mizah-taşlama ögelerinin bulunmasıydı. Hastane’yi bir Türkiye prototipi olarak düşündük; o gün siyasi arenada bulunan karakterlerin karşılıkları vardı. Sosyal demokrat, sağcı, solcu, liboş, dindar, asker, eyyamcı, gibi tipler vardı Tansu Çiller ilk kadın başbakan olarak göreve başlamıştı biz de başhekimi bir kadın yapmıştık, tabii o da karakter olarak işe tam hâkim olmayan, gaflar yapan biriydi. Bölümler içinde gerçek tıbbi vakalar işlenirken gündemdeki gelişmelere de göndermeler yapıyorduk. Bazen farkında olmadan hassas noktalara dokunduğumuz da oluyordu. Bir keresinde bölümler için öykü ararken doktorların yazdığı çeşitli kitapları ararken bir olay rastlamıştım Prof. İzzettin Barış “Bu Doktoru Rehin Alalım” kitabında yaşadığı bir olayı anlatır asbest kullanımından kaynaklı mezotelyoma vakalarından bahseder, akciğerde oluşan ölümcül bir hastalık, bu hastalık üzerine çalışırken asbestle çalışan firmalar tarafından tehdit edildiğini anlatır. Bölüm hikâyesi bunun üzerine kuruldu, asbestli fabrikada çalışan bir işçi hastalanıp hastaneye gelir, fabrikanın sahibi de olay açığa çıkmasın diye uğraşır falan. Senaryo yazım aşamasında senaryo danışmanı olan doktor arkadaşa sordum böyle bir olayı pek duymamıştı; arkadaşlarına sordu onlar da pek bilemediler sonunda hocasına sordu. Tepkisi ilginç olmuş; “Sen nereden duydun bunu, evet vardır ama o kadar bilinen bir şey değildir” demiş. Artık yazmak şart olmuştu, yazdık ve çekildi, yayına girdi. Ertesi gün asbest üreten bir firmanın avukatı aradı, kibar bir şekilde tebrik etti ve bir şey sordu “Size bunu yazmanızı kim söyledi?” sanki rakiplerinin bize sipariş verdiğini düşüyordu. Aksine inanmıyordu “Yok yok siz bunu bilemezsiniz mutlaka birileri söylemiştir” diyordu ve asbesti savunmaya başladı, tedbir alınıp kullanılırsa bir şey olmazmış falan; e zaten bizim dediğimiz de tedbirsiz kullananlar içindi. Aynı gün içinde bu kez üniversite onkoloji bölümünden bir hoca aradı, o da tebrik etti çok beğenmiş bölümü öğrencilerine derste göstermek istiyormuş “Kaseti yollar mısınız?”, dedi. Yolladık tabii, ama bu arada meraktan “Bu o kadar bilinen bir şey değildir, bunu nereden duydunuz?” diye sormayı ihmal etmedi. Bir yazar için mutlu bir andı, bir soruna parmak basıp bazılarını tedirgin bazılarını mutlu ediyordunuz. Genel olarak Hastane dizisi çok keyifle yazdığım işlerden biriydi.  Benzer bir duyguyu daha önce gene Zeki-Metin’le çalıştığım bir başka projede yaşadım; Biz Bize Benzeriz kendi içinde başlayıp biten bağımsız hikâyelerden oluşuyordu. Kurban Bayramı’nda gösterilecek bölüm için bir senaryo yazdım; aile kesmek için bir koç alıyor ona “Behlül” adını veriyorlar sonra o kadar seviyorlar ki kesmeye kıyamıyorlar. Sevecen, sıcak bir iş oldu. Aradan yıllar geçti bir gazete haberi gördüm; Özal ölmüş Demirel Cumhurbaşkanı olmuş, gazetenin manşeti “Okluk Koyu Demirel’e hazırlanıyor”. Okluk Cumhurbaşkanlığı köşküyle ilgili bir haber, fotoğrafta bir koç, alt yazıda ise köşkün sembolü “Behlül” yazıyor, bu ne tesadüf dedim görünce ama değilmiş. Dizinin yayınlandığı gece Özallar da izlemişler, “Yahu bizim koça ne kadar benziyor” demişler, oradan etkilenip kesmekten vazgeçmiş ona Behlül adını vermişler. Yazdığın bir şeyle bir canlının hayatını kurtarmak çok farklı bir duygu. Çoğu insan için önemsiz bir olay belki ama ben ve Behlül için büyük bir şey tabii.

Türkiye’de son yıllarda çekilen televizyon dizilerinin dram ile trajedi arasında salındığını, melodramatik kurgunun miadının dolmaya başladığını gözlemliyoruz. Sizin, “Öyle Bir Sevda Ki” isimli dramın senaryosunu yazmanızdan hareketle yöneltmek istiyoruz bu sorumuzu da: Siz, yıllar sonra, sözünü ettiğimiz manzaranın ortaya çıkacağını düşünerek mi böyle bir yolda ilerlediniz?

Öyle Bir Sevda Ki, sipariş bir işti aslında kanal bir kadın oyuncu üzerine proje istemişti, oyun tarzı olarak melodram olması gerekiyordu ona göre bir hikâye kurgulandı. Bir mahalle atmosferi vardı, bir ağır abi karakteri eklendi. Düzgün bir işti ama uzun ömürlü olmadı. Aslında dizilerin türlerine zamansal olarak bakmak gerek. Kırsalda bir zengin konağında geçen aşk hikâyesi tuttuğu zaman benzerleri peş peşe gelmeye başlıyor sonra bıkkınlık yaratınca hepsi batıyor bu kez bir şehirde aristokrat ailenin hikâyesi yapılıyor oysa işlenen temaya dikkat edilirse aynı hikâye olduğunu görüyoruz. Kanuni’nin hayatını anlatan diziyi herkes tarihi bir iş gibi algıladı oysaki bir kadının yükselişiydi anlatılan “Bir holdinge bir stajyer gelir, yükselir patron olur” hikâyesinden başka bir şey değildi, beğenilmesinin nedeni de oydu.

Polisiyenin İstanbul yerine Ankara başta olmak üzere başka şehirleri tercih ettiği bir dönemi yaşıyoruz.

“Çok Özel Tim” ve “Ah Polis Olsam” isimli televizyon dizilerinin senaryolarını yazan bir kalem olarak, polisiyenin görüntüyle imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çalışmalar aslında polisiye parodisiydi, klasik polisiye kurgusunu tiye alan yer yer absürd ögeler taşıyan bir çalışmaydı; burada da siyasi göndermeler vardı başlangıçta konuk oyuncu olarak yer alan ama beğenilince devam ettirdiğimiz bir içişleri bakanı karakteri vardı, kifayetsiz muhteris, kıt akıllı biriydi. Her bölümde iyice yerin dibine batırıyorduk; şimdi en ufak bir imada bile alıp götürürler.

Daha sonra epey ciddi polisiye işler çekildi, genellikle yabancı polisiyelerdeki işleyişlerden etkilenen özelliklere sahip çalışmalardı. İstanbul dışında çekilmesi tamamen ekonomik nedenlere dayanmaktadır. Aykırı bir polis karakteri, yanındaki elamanları, onları sürekli azarlayan şefleriyle klasik bir şablon oluşmuştur. İzlettiren, heyecanlandıran, vakit geçirten bittikten sonra fazla bir etki bırakmayan çalışmalardır genellikle. Dünyadaki işlere de baktığımızda son dönemde karakterlerde bir değişim gözleniyor eskiden izleyicin rol model olarak benimsediği ana kahraman artık kusursuz, üstün yetenekli kişiler olmuyor, sıradan hatta bazı marazları olan kişiler oluyor; alkolik, bipolar, otistik, kişisel problemleri olan insanların öyküleri şu an için daha ilginç geliyor izleyiciye yarın ne olur bilemem tabii. Dönemin ruhu diye bir şey var.

Üç yapımda yardımcı yönetmen olarak görev üstlenen bir senaryo yazarı olarak, yardımcı yönetmen ile asistan kavramlarını nerede konumlandırdığınızı, sizin hangisini tercih ettiğinizi öğrenmek isteriz.

MSÜ Sinema bölümünü bitirdiğim zaman sadece TRT vardı o dönemin büyük bir dizisinde yönetmen yardımcısı olarak göreve başladım; çekim aşaması ve çekim sonrası, kurgu, dublaj, müzik hazırlanması dâhil her alanda çalıştım, senaryoya bazı sahneler de yazdım. Muhteşem bir eğitim oldu benim için. Yönetmen yardımcısı olarak başladığım işi bitirdiğimde yardımcı yönetmen konumundaydım. İkisinin farkı şu, yönetmen yardımcısı veya asistanı dediğimiz kişi bir yönetmen adayıdır profesörün yanında işi öğrenmeye çalışan bir doktor adayıdır. Ancak yardımcı yönetmen artık yönetmendir, yönetmenden iş öğrenecek konumda değildir, işinin uzmanıdır, sette işin tamamen teknik kısmını halleder. İşe yeni başlayan, ilk filmini çeken pek çok yönetmen yanlarına deneyimli, işi bilen bir yardımcı yönetmen alır iş programı hazırlanmasından sahne çözümlemesine kadar teknik bilgi gerektiren kısmını o halleder. Yönetmen de işin sanat kısmına yoğunlaştırır kendini. Elbette usta yönetmenler de işin hamaliye kısmından kurtulmak için bir usta yardımcı yönetmen ararlar her zaman.

Aynı zamanda senaryolar da kaleme almış ve alan edebiyatçılar, senaryonun mühendis zekâsı gerektirdiğini, yaratıcılığa bu yüzden ket vurduğunu ifade etmişlerdir ve ederler. 

Siz, bu düşünceye katılıyor musunuz, ayrıca, üreticiliği ve yaratıcılığı birbirinden nerede ayırıyor, nerede buluşturuyorsunuz?

Senaryo yazmanın mühendislik zekâsı gerektirdiği doğrudur ancak aynı zamanda mimar yaratıcılığı da gerektirdiğinden ket vurma durumu olmaz. Edebiyatçılar senaryo yazarken bazı tuzaklara düşerler. Çünkü edebiyat diliyle sinema dili çok farklıdır, bu yüzden bazı edebiyat uyarlamalarında da hatalara rastlanır. Lütfi Ömer Akad bu konuda bir örnek vermiş ve “Yaşar Kemal sinemacılar için tuzaklarla dolu bir yazardır; şiirsel bir dili vardır çok etkileyicidir senaryo yazarken o dilin büyüsüne kapılıp aynen yansıtırsınız ancak sinema diline geçtiğinde o büyü yok olur, bir dilde yazılan bir romanı başka dile çevirirken yapılan gibi değişikliler yapmak gerekir.” demişti. Daha sonra da Yaşar Kemal’in senaryosunu kendi uyarladığı Yılanı Öldürseler filmini örnek vermişti ona göre roman çok başarılıydı am senaryoda zayıflıklar vardı. “Yaşar, kendi tuzağına düşmüştür” demişti.

Sorunun ikinci kısmına gelince; yaratım sanatsal, üretim ticaridir. Edebiyatçı için ticari yanı acil değildir, eserini yazar hayata geçirene kadar bir köşede bekletebilir; neticede bireysel bir iştir. Ancak sinema yapanın böyle bir şansı yoktur yazdığınız senaryonun sinema eseri sayılabilmesi için mutlaka çekilip hayata geçmesi, çekilen bir filmin de acilen paraya dönüşüp en azından yapılan masrafların karşılaması gerekmektedir.

Sinema ve televizyon için imza attığınız çalışmaları nasıl tanımladığınızı öğrenebilirsek seviniriz: Onlar sizler için bir proje mi, yoksa çalışma mı?

Sinemaya yapılan işler geleceğe kalacaktır bu yüzden daha özen gösterilmesi gerekir. Televizyon işleri daha çok günlük gazete yazıları gibidir birkaç nitelikli iş dışında fazla geleceğe kalmaz, ancak özel ilgisi olanlar ulaşabilir onlara. Kendi tasarladığınız, projelendirdiğiniz bir iş olabileceği gibi daha önceden projelendirilmiş bir çalışmanın içine de dahil olabilirsiniz. Profesyonel ortamda proje ve çalışma kavramları iç içe geçiyor bir yerden sonra. Proje sizin değilse bile bir yerden sonra o projenin bir parçası oluyorsunuz.

Yapımcıların, senaryo yazarlarını yıllar önce, hikâyede ne anlatılacağının yarım saat içinde belli olması noktasında uyardıkları anlatılır, yazılır çizilir hatta sözünü ettiğimiz süreyi kısaltan yapımcıların olduğu da es geçilmez.

Biz, yapımcıların bu ve benzeri uyarılarının, senaryo yazarlarını yeknesaklaştırdığını ve bugünkü Kore dizisi uyarlama sürecini doğurduğunu düşünüyoruz

Sizin bu konudaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.

Dedikleriniz büyük ölçüde doğru. Sinema sonuçta popüler bir sanat, pahalı bir iş ve bir an önce mümkün olduğu kadar çok “müşteriye” yani izleyiciye ulaşıp paraya dönüşmek zorunda. Bu yüzden bazı tavizler vermek ve izleyicinin ilgisini diri tutmak gerekiyor. Ne anlatıldığını kavrayamayan izleyici filmden kopar ve işi beğenmediğini söyler. Bu tabii proje seçiminde de etkili oluyor, yapımcı yeni, özgün bir projeye hep kuşkuyla yaklaşır “ya tutmazsa” düşüncesi hep vardır neticede para yatırıyor ve daha önce denenmiş işleri tercih ediyor. Sinemamızda da yıllar yılı döndür dolaştır aynı konuların yapılmasının nedeni budur. Televizyonda da aynı gelenek sürüyor ne yazık ki. Üstelik burada başka bir şey daha; uzayıp giden dizi süreleri sonunda senaryonun tıkanması kaçınılmaz hale geliyor. Başlangıçta tasarlanan hikâye bitince “Bu hafta ne yazsak?” çaresizliğine düşüyor insan. Othello’yu uyarlasan kaç para? Othello’nun  Desdemona’nın ümüğünü sıkma sürecini istediğiniz kadar uzatın sonunda sıktıracaksınız illaki; o zaman da  hikaye bitiyor; sonra nasıl uzatacaksın, nereye götüreceksin? Saçmalama aşaması başlıyor bundan sonra. Başlangıçta senaryo yazarı senaryoyu yönlendirirken bir yerden sonra senaryo, senaryo yazarını götürür hale geliyor bu da kaçınılmaz bir faciayla sonuçlanıyor. Kontrolünü ata kaptıran süvarinin uçuruma doğru gidişine benziyor biraz. Kore veya başka ülkelerden uyarlamalar bu yüzden tercih ediliyor. Hem kendi ülkesinde kendini kanıtlamış işlerdir hem de senaryonun nereye gideceği bellidir. Ama bu kez de işin ruhuna girememe riski büyük. Çünkü uyarlamacı yazar, kendi kurmadığı bir dünyaya sipariş üzerine girmiş oluyor. İşi sevip, beğenir, benimserse bir derece. Eğer sevmediği işi profesyonel bir yaklaşımla kabul ettiyse iş batabilir. Yapımcı da anlamıyor o zaman, “Hayret, daha önce tutmuştu hâlbuki” diyor. Kuyuya düşen adamın iple çekerek kurtarıldığını gören Temel’in minarede mahsur kalan adamı aynı yöntemle indirmesi gibi bir şey aslında. Minareyi kuyuya uyarlayacaksın, dedik ya bir dili başka bir dile çevirirken değişiklikler yapmak zorundasın.

Türkçenin doğru kullanılması bağlamında Türkiye’deki televizyon dizilerine ve sinema filmlerine baktığınızda nasıl bir manzarayla karşılaştığınızı bizimle paylaşabilir misiniz?

Ne yazık ki durum hiç umut verici değil bu konuda. Sadece sinemada değil basında da benzer bir durum var, köşe yazarları Türkçe katliamı yapıyor, ödüllü romancılarımızın da Türkçe hataları usta edebiyatçılar tarafından sergileniyor zaman zaman. “Galat-ı meşhur, lugat-ı fasihten evlâdır”, demişler zamanında demek ki o zaman da varmış. Ama bu işin içinden sıyrılmak için söylenmiş bir söz bana göre; yaygın hataları mümkün olduğunca uyarmak gerek ki söylenmesin. Ama bir de şu var tabii; dili yaşayan bir varlık olarak kabul edersek zaman içindeki değişimini kabul etmemiz gerekecek sanırım. Yani yeni kelimeler, yeni kavramlar eklenecektir dilimize hiç kuşkusuz. Dilin mantığına aykırı değilse bunlar olmalıdır. Bir iki kuşak sonra doğrular unutulduğunda bugünün yanlışları doğru olarak konuşulacak. Belki o zamanın gençliği de o konuşmaları çarpıtacak, o günün büyükleri de onlara kızacak. O zaman öcümüz alınmış olacak belki; kim bilir?

Türkiye dışında gerçekleştirilen televizyon dizilerinde ve sinema filmlerinde; sinopsis, tretman, mizansen ve diyalog yazımı konusunda görev dağılımı olduğunu, bunun Türkiye’de yıllar önce Orhan Kemal gibi Yeşilçam’ın atmosferini, romanlarına ve hikâyelerine de taşımış yazarlar tarafından gündeme getirildiğini bizden daha iyi bilirsiniz

Buradan yola çıkarak sormak istiyoruz: Siz, bir ekip çalışmasında, sözünü ettiğimiz görev dağılımına gidiyor musunuz yoksa bunun gereksizliğine inanarak mı ilerliyorsunuz?

Sinema ve TV dizilerini ayırarak yanıtlamak istiyorum. Kendi adıma söylüyorum; bir sinema filminin projesini hazırlarken yalnız olmayı yeğlerim, daha rahat konsantre olurum; yazarım, bozarım etraftan görüş alırım iş bittiğinde zaten çekime hazır hale gelmiştir. Tabii başka bir arkadaşım daha farklı çalışabilir. Ancak TV dizilerinde iş hiç de öyle olmuyor, senaryo hiçbir zaman bitmiyor; uzun soluklu bir yolculuk. Siz yazarken bir yandan da çekim sürüyor; kurduğunuz hikâyenin değişme ihtimali her zaman var. Hele hele bizdeki gibi yersiz uzun diziler döneminde tek başınıza yazmanız mümkün değil. Bir ekibin dediğiniz gibi bir iş bölümü yapması şart. Ancak gene de bir toparlayıcı senaryo yazarı olması gerek; yoksa işin duygu bütünlüğü yok olur; anlamız tatsız bir iş çıkar. İzleyici bazı işlerden hikâyesi, oyuncuları iyi olmasına rağmen pek hoşlanmaz ama neden sevmediğini bir türlü anlayamaz ya, işte onun nedenlerinden biri de senaryodaki bu duygu sıçramalarıdır. İşin ruhuna giremediklerindendir.

Bu soruya kadar, size senarist değil de senaryo yazarı olarak seslendiğimiz dikkatinizi çekmiştir. Bu söyleşiyi psikiyatride kendisini hakikaten kabul ettirmiş ya da ettirme aşamasında olan bir isimle gerçekleştirseydik onu da psikiyatrist değil, psikiyatr diye seslenecektik.  İst takısından, yapılan işin belli bir kalıba girmemesi gerektiğine inandığımız için uzak duruyoruz. Siz, kendinize senarist mi yoksa senaryo yazarı mı denilmesini yeğlersiniz? Senarist ifadesinin, senaryoyu yazanı belirli bir kalıbın içine yerleştirdiğini düşünüyor musunuz?

Bu arkadaşlarla da sık sık konuştuğumuz bir konu aslında. Genellikle senaryo yazarı ifadesini tercih etsem de bazen senarist dediğim de oluyor. Piyano çalana piyanist diyoruz, “piyano çaları” demek biraz tuhaf kaçıyor. Bir de senaryocu diyenler var ki asıl tuhaf olan bu aslında. Sucu, simitçi gibi bir şey; kapı kapı dolaşıp senaryo satan biri akla geliyor hemen. SENDER adındaki derneğin açılımı Senaryo Yazarları Derneği ama sonradan meslek birliği kurulduğunda adı SENARİSTBİR oldu açılımı Senaryo–Diyalog Yazarları Meslek Birliği.  Burada senarist ifadesi biraz da kısaltmaya uygun olduğu için seçildi. Önemli olan kavram kargaşası yaratmamak, senarist de senaryo yazarı da yerine göre kullanılabilir bence.

İzleyiciler olarak bizler, imza attığınız yapımların; yönetmenler, yapımcılar ve kanal yöneticileri tarafından müdahale edilmemiş halini mi izledik? Çekimlere müdahale etme şansınız oldu mu?

Kendi adıma söylersem işlerim çok büyük yol kazalarına uğramadı, çekim pratiğine uydurmak için birkaç teknik müdahale dışında bir olaya rastlamadım. Ama senaryo yazarının bilgisi dışında ana yapıyı tamamen değiştiren müdahalelere şahit oldum. Polisiye bir dizinin bölüm finalinde çıkan katili kendini Fellini sanan yönetmen kafasına göre değiştirmiş, Ahmet çıkacakken Ayşe çıkıyor diyelim. Yazarın bundan haberi yok ve Ahmet katil diye devam ediyor, hikâye de onun üstüne kurulu. Sonra “Pardon sana söylemeyi unuttuk” diyorlar büyük bir şuursuzluk büyük rezillik tabii; dizi iki üç bölüm sonra yayından kalkıyor. Bazen kanal yönetimleri genel akışla ilgili isteklerde bulunabiliyor ancak neticede bunlar yazarın bilgisi dâhilinde olmalı ve müdahaleler yazar tarafından yapılmalı. Aksi durumda senaryo yazarı, arzuhalci durumuna düşüyor. Tabii hikâyenin oluşma aşamasında yapımcı biraz aşk meşk olsun türünden isteklerde bulunabiliyor. Dizi başladıktan sonra da elde olmayan nedenlerle hikâyede kaymalar olabiliyor; bir oyuncu bir şekilde diziden ayrılınca yapımcı karakterin de çıkmasını istiyor bu da başta kurguladığınız hikâyenin çöpe gitmesine neden oluyor. Bu gibi durumlarda karaktere yeni bir oyuncu gelmesi, çıkarılmasına göre daha doğrudur.

Bir de şu var tabii; işin projelendirme aşamasında karışan, bir şeyler söyleyen çok oluyor ama bu durum da bir kakofoni yaratıyor sağlıklı bir başlangıç olmuyor. Dizi istenilen izlenme oranına ulaşamayınca da ilk değiştirilen senaryo yazarı oluyor. İlk bölümde değiştirilen yazar bilirim. İşte bu büyük bir saçmalık; yönetmenin, oyuncunun değiştirilmesini bir yere kadar anlarım, çekileni izlediğinizde umduğunuzu bulamamış olabilirsiniz ancak senaryonun kötü olduğunu anlamak için izlemeniz gerekmez ki; okuduğunuz zaman anlamanız lazım. O senaryo gerçekten çok kötü olabilir ama projeye yol verecek konumdaki yapımcının veya yayıncının okuduğunda bunu fark etmesi gerek. Eğer senaryoyu okuduğunda ne çıkacağını göremiyorsa o kişide de bir sorun var demektir, senaryo yazarıyla birlikte onun da değişmesi gerekir. Ancak o kişiler aynı zamanda karar mercii de olduklarından işin o yanını hep es geçiyorlar. Belki asıl parayı veren tepedeki sermayedarın bir şeyler söylemesi gerek.

İzlenme oranı sorunu genelde yaşamamış işlerde çalışarak profesyonelleşme merdivenlerinin basamaklarımı çıkan isimler olarak; profesyonellik, amatörlük ve acemilik kavramlarını nasıl konumlandırdığınızı bilmek isteriz.

İnsanın gelişme sürecine benzer biraz; doğar büyür, olgunlaşır. İlk başlarken acemisinizdir ister istemez, sonra deneme yanılma yoluyla kendi doğrunuzu bulup ustalaşırsınız. Bu andan sonra amatörlük ve profesyonellik ayrımı girer devreye. Tabii amatörlük acemilik değildir kesinlikle; eğer iyi bir geliriniz varsa işinizi usta bir amatör olarak sürdürürsünüz. Ama profesyonel olduğunuzda üretiminizin de artması söz konusudur; her yaptığınız işte biraz daha ustalaşırsınız. Burada sanat ve zanaat kavramları da gündeme geliyor hemen. Profesyonellik için önce zanaatçı olmak gerekiyor o süreçte ürettiklerinizin sanat eseri olup olmadığı ise zaman ve izleyenler belirler.

Edebiyat eserlerinin sinemaya veya televizyona uyarlanması konusunda düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Şimdiye kadar gerçekleştirilen uyarlamaların hangisinin ya da hangilerinin başarılı ya da başarısız olduğunu düşünüyorsunuz, niçin?

Bu sorunun bir kısmını önceki sorularınızda yanıtladım. Edebiyat ve sinema iki farklı dildir; uyarlama dediğimiz de bir dilde yazılan bir eseri başka bir dile çevirmektir. Fransızca bir metni Türkçeye çevirirken dilin kendi özelliklerine bakılır hem orijinal dildeki anlatıyı bozmayacak hem de çevrilen dilde anlaşılır olacaktır. Özellikle şiir çevirileri çok zordur pek çok çevirmen ki bunların şair olmasında yarar vardır çevirirken şiiri yeniden yazarlar. Çok zor bir iştir gerçekten. Sinemaya uyarlanan edebiyat eserleri de bu şiir çevirilerine benzer biraz. Aslında bir eserden yola çıkılarak yapılmış başka bir eserdir ortaya çıkan. Bu yüzden o edebiyat eserini bilmek için filmini izlemek yeterli değildir elbette; mümkünse önce eseri okuyup sonra filmi izleyebilsek veya tam tersi. Keşke yabancı dillere hâkim olup şiirleri de orijinal dillerinde okuyabilseydik.  Örnek vermek gerekirse; Halit Refiğ’in TRT’ye çekmiş olduğu Aşk–ı Memnu dizisi başarılı bir uyarlamaydı ancak yıllar sonra özel kanala aynı adla yapılan çalışma için aynı şeyi söyleyemem. Ana teması alınıp yeniden kurgulanmış bir çalışma izledik. Tabii ticari yaklaşım dizinin uzamasını buyuruyor ama öykü belli; öte yandan ana karakterler popüler iki star tarafından oynanıyor. Öteden beri gelen star algısında başroller hep defosuz, pozitif tiplerdir; izleyici kendini fanları olduğu oyuncularla özdeşlemeye koşullar. Gelin görün ki romandaki karakterler idealize olmayan, defolu, zaafları olan tipler. Burada izleyici açısından etik bir ikilem çıkıyor. Hayran olduğu oyuncunun hatalı hareketini kafasında savunmaya, haklı çıkarmaya çalışıyor.  Kendi içinde bir başarı yakalamış olabilir ama edebiyat uyarlamaları kapsamında olur mu orası tartışılır.

ENVER TURAN: İnternet için çekilen dizilerin, televizyon dizilerini çok yakın bir gelecekte hasıraltı edeceğini düşünüyor musunuz?

Bence bu kaçınılmaz bir son; internet çok güçlü bir mecra haline geldi. Teknoloji film çekimlerini daha kolay kılmaya başladı. Herkes kendi kanalını kurup, kendi filmini çeker hale geldi. Artık insanlar sevdikleri diziyi izlemek için saatini beklemeye gerek duymuyorlar. Çeşitli platformlar “İstediğin zaman istediğin yerde izle” başlıkları altında hizmet ediyorlar; cep telefonunuzdan bile izleyebiliyor, reklamları atlayabiliyorsunuz, sıkıldığınızda ara verip sonra devam ediyorsunuz; muhteşem bir konfor. Elbette reklamları izlemediğiniz an reyting ölçümlerinin bir anlamı kalmıyor. Çünkü ölçülen reyting aslında dizinin değil reklamın reytingidir. Bu giderek yaygınlaşacak ve izleme alışkanlıkları değişecek. Bu platformlar kendi içeriklerini de üretiyorlar artık. Kanalların TV dizileri hasıraltı olmaya başladı bile. Tabii “Yerli Dizi Yersiz Uzun” sorunu da bu sayede kendiliğinden çözülecek sanırım.

Televizyon dizilerinin uzunluğu sıklıkla dile getirildiği bu bağlamda “Yerli Dizi Yersiz Uzun” başlıklı bir harekete imza atıldığı hatta bu hareket yeniden filizlendirildiği halde uzunlukta ısrar edilmesinin nedenini siz neye veya nelere bağlıyorsunuz?

“Yerli dizi yersiz uzun” hareketini başlatanlardan biriyim; senaryo yazarı arkadaşlarla bu konuda bir şeyler yapmak gerektiğini düşündük devreye hemen Senaryo Yazarları Derneği de girdi ve daha kurumsal bir harekete dönüştü. O dönemde diziler 90 dakikayı bulmuştu biz de “90 dakikalık dizilere hayır” türünden sloganlarla yola çıktık, tabii şimdi 180 dakika olması tam anlamıyla kara mizah; tam da Nasrettin Hoca’nın meşhur fil hikâyesini anımsatıyor; bir fil derken iki fil oluyor. Hareket epey bir destek gördü; sinema emekçileri sendikası da bize katıldı. Oyuncular birliği katıldı, popüler dizi oyuncuları katıldı. Onların sorunu da uzayıp giden diziler yüzünden onların çalışma sürelerinin de 18 saati bulmasıydı. Tabii burada gözden kaçan ince bir nokta vardı, dizi süreleri çalışma süresinin artmasında önemli bir faktördü ama tek neden değildi. Eğer çalışma süreleri istedikleri gibi olur da dizi süreleri gene uzun olursa onlar için sorun kalmıyordu. Oysa dizi sürelerinin uzun olmasının başka sakıncaları vardı. Öncelikle sinema dilini etkiliyordu, bir kekemenin hikâye anlatmasına benziyor ve dizi izlemek bir işkenceye dönüşüyordu. Uzun vadede ise bir bıkkınlık yaratacak ve diziler izlenmemeye başlayacaktı; şu andaki reyting durumlarına bakarsak bunu görüyoruz. Bu da doğrudan izleyiciyi ilgilendiren bir durumdu. Diğerleri bizim iç sorunumuzdu ve bunu kamuoyuyla paylaşmamız anlamsızdı; insanlar özellikle star oyuncuların aldıkları yüksek ücretleri gördüklerinden ve herkesin aynısını aldığını düşündüklerinden bir şikâyet geldiğinde “Dünyanın parasını götürüyorsunuz, çalışın işiniz ne!” diye tepki veriyorlardı hemen. Bu yüzden işin izleyiciyi ilgilendiren kısmını ön plana çıkartmalıydık bunu pek yapamadık sanıyorum. Durumu anlatan bir mektup yazdık, basınla birlikte PTT önünde bir açıklama yapıp bu mektubu iadeli taahhütlü olarak Cumhurbaşkanı, Başbakan, ilgili bakanlar, parti başkanları, barolar, TV’lere yolladık.  Akşam Taksim meydanında yaptığımız görkemli bir mitingle iki bin kişiye yakın bir kitleyi toplamayı başardık. Sloganlarımız, pankartlarımız vardı; kurulan platformda ünlü oyuncular konuştu. O gün bazı yapımcılar bile setleri tatil edip ekipleri oraya yolladı. Ses getirdi ama sonuç alamadık; bunu da biliyorduk, koca kayayı kaldıramasak da bir milim olsun yerinden oynattık sanırım; arkadan gelenler belki sonunda başarırlar. Aslında yapımcısından yayıncısına herkes uzun dizilerin kötü olduğu konusunda aynı fikirde ama sistem öyle kitlendi ki çare bulunamıyor. Sigaranın zararını bile bile içmekten vazgeçemiyorlar. Diziler pahalı; parayı çıkarması için fazla reklam alması gerek; kanuna göre belli süre içinde belli sayıda reklam alabiliyor dolayısıyla süre artıyor; birinci artış nedeni bu; ikinci artış nedeni de kanallar arasındaki rekabet; kanal reklam verenden parasını reytinge göre alıyor ki aslında burada ölçülen dizinin değil reklamın reytingidir. Bir kanal istediği reklamı alıp diziyi makul bir saatte bitirdiğinde diğer kanal yayına devam ediyorsa izleyici hemen o kanala geçiyor ve totalde o kanalın reytingi daha yüksek çıkıyor ve öteki kanalın alacağı para azalıyor. Tam bir kısır döngü. Durum böyle olunca bir dizinin yayını gece 12’yi geçiyor ve ertesi güne sarkıyor. Bölüm finalleri hep aynı yerden onar dakikalık aralarla üç dört kez kesilip insanların sinirlerini zıplatıyor. Son dönem hiçbir dizinin finalini izlediğimi hatırlamıyorum. RTÜK’ün bir ara bu konuda yönetmeliği vardı; iki reklam arasının kaç dakika olacağı, reklam süresinin ne olacağı gibi konular belirlenmişti. Ya bu yönetmelik değişti ya da ilgililer dondurma reklamlarıyla uğraşmaktan bunları denetlemeyi unutuyorlar. Her iki durum da kötü. Ama umudum hâlâ var; önce de dediğim gibi dijital teknoloji bu işin sonunu getirecek gibi.

Nefret söyleminin alanının her gün biraz daha genişlemesini, Türkiye’deki kültür, sanat ve edebiyat ortamı engelleyebiliyor mu? Bu yolda hatırı sayılır adımların atılması için neyin ya da nelerin hayata geçmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Ezop’un masalındaki gibi dil, bazen dünyanın en güzel bazen de en kötü şeyi olabiliyor. Toplumlar bazen paranoya dönemlerine girip, bir ötekileştirme bir nefret söylemlerine girebiliyorlar. Bunlar da çeşitli organlar yoluyla yaygınlaşabiliyor. Kültür, sanat ortamı, çeşitli medya organları burada etkili oluyor. Bu, nefreti tetikleyici olabildiği gibi de önleyici de olabilir. Düşüncesinden, inancından, cinsel kimliğinden, etnik yapısından dolayı birilerini aşağılamak, dışlamak, düşmanlaştırmak sağlıklı bir durum değildir.  Bu yüzden bu alanlardaki arkadaşlara ister istemez bir sorumluluk yükleniyor. Hele bir kanaat önderi konumuna gelmişseniz, insanlar sizin söyleminize göre kendilerine yön veriyorsa o zaman söylediğiniz her söze dikkat etmek zorundasınız. Ancak hatalı gördüğümüz söylemleri de sansürleyerek, cezalandırarak susturmamız yanlış olur; çaresi doğru söylemlerin etkin bir şekilde ulaştırılmasından geçiyor. Kolay iş değil tabii ki.

http://www.liderhaber.com/atay-sozer-ile-soylesi-21583h.html