DÖRDÜNCÜ MAYMUN

12 Aralık 2011 Pazartesi

SİLİVRİ'DE HAREKET VAR

Mustafa Balbay, havalandırmaya çıktığında Tuncay Özkan’ı buldu ve fikrini söyledi…

“Harika” dedi Tuncay, hep birlikte Mehmet Haberal’ı buldular…

“Hocam, durum böyle böyle… Sen ne dersin?”

Haberal da beğendi bu fikri, “Tabii ki varım” dedi sevinçle…

Üçü birden Yalçın Küçük’ü aradılar…

Az ötede volta atan kalpaklı adamı görünce koştular ona doğru…

“Yalçın Hoca, bizim böyle bir düşüncemiz var, sen de katıl bize” dediler…

Yalçın Küçük “Bu güne kadar kimbilir kaç tane tuğladan büyük kitap yazdım derdimi anlatamadım. Ama sizin bu planınız müthiş…”

Yalçın Hoca da onlara katıldı…

Neyse ki hepsi aynı yerdeydi, birbirlerini aramaları zor olmuyordu…

Doğu Perinçek durumu duyunca “Ah ben bunu nasıl oldu da düşünemedim?” diye hayıflandı…

Arka avluda Nedim Şener ve Soner Yalçın oturuyorlardı…

Balbay seslendi, “Çocuklar haydi dinlenmeyin…”

Soner güldü bu söze; “Dinlenme demekle olmuyor işte, kaç defa söyledik dinlemediler, sonunda hepiz dinlediler, hepimiz dinlendiğimiz için şimdi burada dinleniyoruz” diye yanıt verdi…

Nedim Şener “Biraz tekerleme gibi oldu ama doğru söylüyorsun” dedi…

Onlar da getirilen öneriye bayıldılar…

Hemen karşıdan gelen Ahmet Şık’a seslendiler…

“Dokunan yanar” diye bağırdı Ahmet Şık…

Ama getirilen öneriyi duyunca o da çok sevindi…

Askerlere de söyleyelim onlarız bu iş olmaz, ne de olsa deneyimleri var…

Hemen “Engin Paşa’yı bulalım” dedi içlerinden biri…

General Engin Alan’ın akılı da yattı bu işe…

“Tamam, ben de bütün general arkadaşları organize ederim; burada o kadar kalabalığız ki dediğiniz şeyi rahatlıkla yaparız” dedi.

Ama uzaktan onları sürekli izleyen göz, işkillenmişti bu durumdan…

Savcı, “Adamları içeri attık hâlâ rahat durmuyorlar… Üstelik burada çok kalabalıklar, dışarıda olduklarından daha tehlikeliler” diye düşündü, ürperdi; kendini ilk kez bu kadar çaresiz hissediyordu...

Bu durumda uzlaşmak en akıllı şey olacaktı…

Geçti karşılarına…

“Tamam, siz kazandınız… İsteklerinizi söyleyin bakalım…”

“Top istiyoruz, forma istiyoruz…”

“Saha istiyoruz…”

Savcı biraz rahatlamıştı, “Ucuz kurtulduk” dedi kendi kendine…

“İstediğiniz top olsun, forma olsun, saha olsun… Alın size helal olsun…”

Böylece Silivri Futbol Ligi’nin kuruluşu için ilk adım atılmıştı…

Gazeteciler, yazarlar, politikacılar, askerler, istihbaratçıların oluşturacağı takımlarla en azından 10 takımlı bir lig ortaya çıkacaktı…

Planın ikinci adımı olarak, maçlarda şike yapıldığı söylentisi ortaya çıkacaktı…

İş futbol olunca akan sular dururdu…

Böylece Meclis olağanüstü toplanacak, bütün partilerin oy birliğiyle yasalar düzeltilecek, hemen Cumhurbaşkanı’na yollanacak, şayet veto gelse bile jet hızıyla geri yollanacaktı…

Sonrada Silivri sanıklarına tutuksuz yargılanmak üzere tahliye olanağı doğacaktı…

Artık Silivri’de herkes futbolla yatıp futbolla kalkıyordu…

BİR MESLEK YOK OLURKEN

(Bir gizli kamera yerleştiricisi dert yanıyor)

Bizim meslek çok nankör çok, kimse kıymetinizi bilmiyor.

Eskiden daha bir saygınlığımız vardı; koca koca kameralar kullanıyorduk, onları bir yere gizleyip de fark ettirmeden çekim yapmak maharet isteyen bir işti.

Şimdi maşallah mercimek büyüklüğünde kameralar var, üstelik sudan ucuz, işportada satılıyor. Kalem, çakmak, düğme şeklinde olanları bile var…

Bir kere vapurdaki pazarlamacıda bile gördüm;

Amerika’nın CİA’sının kullandığı bu harika cihaz her yere sokulabilir olup komşunu dikizlemekte en net sonuçları vermektedir. Bir adet cihaz alana yanında hediye olarak bir adet traş bıçağı bedava, bitmedi ilaveten bir kutu tükenmez kalem…” diye satış yapıyordu.

Geçen gün bizim oğlan internetten sipariş vermiş, vallahi benim kullandığımın bir üst modeli. Kerata öğretmenler tuvaletine yerleştirip, müdür beyi defi hacet sırasında görüntülemiş. Varan-1 diye de internete yüklemiş. Yılsonunda notlar düzelmezse gerisi de gelecekmiş. E babasının oğlu tabii…

Neticede önüne gelen bir kamera bulup bir yerlere sokuşturuyor. Herkes gizli kameracı maşallah…

İş ayağa düştü artık, böyle olunca da kalite kaybı oluyor…

Bir ara ünlü oyuncuların çok özel görüntüleri çekiliyordu, dolayısıyla işin bir estetiği vardı. Onlar hem bakımlı, hem fotojeniktiler hem de rol yapma yetenekleri olduğundan ortaya izlenmesi keyifli işler çıkıyordu.

Şimdi bir de şu siyasetçilerin işlerine bakının Allah aşkına!

Tipleri ofsayt, hepsi göbekli; daha ilk sahneden insanın nevri dönüyor. Aksiyon deseniz rezalet, sanırsınız Kırkpınar pehlivanları gösteri yapıyor.

Hiç mi Fransız filmi seyretmediniz, hiç mi “french kiss” diye bir şey duymadınız ?

Yani Paris Hilton’un gizli görüntülerinden sonra hiç çekilmiyor. Yahu bu iş öyle mi yapılır?

Çekim gizli yapıldığından bir yönetmen olarak müdahale de edemiyorsun; yoksa kaç kere “Stop” diye araya girip “Bak şöyle yapacaksın” diye rol tarif etmek geldi içimden.

Atraksiyon yok, incelik yok, heyecan yok; koy kamerayı çek…

Şimdi gizli görüntüler festivali yapılmış olsaydı ne olacaktı?

Rezil olacaktık, bizimle dalga geçeceklerdi…

Ben de istemez miyim Nuri Bilge gibi çıkıp “Altın Bilmem Ne Ödülü” alayım;

Benim güzel ve bahtsız ülkeme selamlar” diye bir konuşma yapayım.

Ama nerede, bu yeteneksizlikle film mi çekilir?

Ondan sonra “Niye bizde filmcilik gelişmiyor!”, e gelişmez tabii…

Milletin de ilgisi kalmadı artık, o kadar gizli görüntü servis ettik, kimseden tık yok.

Eskiden olsa yer yerinden oynardı…

O kadar çok olunca millet kanıksadı tabii…

Na buraya yazıyorum; göreceksiniz bir gün gelecek “Herkesin bir kaseti çıkacak”…

Kasetsiz olmak adeta ayıp hale gelecek…

O zaman da “E ne var ki bunda” diyecekler…

Ahlak kavramı değişecek, gizli saklı diye bir şey kalmayacak…

Herkes birbirinin “Big Brother” ’i olacak…

Bir sonraki aşamada da her şey naklen yayınlanacağı için kasete masete gerek kalmayacak.

İşte o zaman bizim meslek de tarihe karışacak…

Bize kelaynaklar gibi sahip çıkılması gerek, bu mesleğin son fertlerinin koruma altına alınması gerek.

Keçecilik, köşkerlik, koşumculuk, urgancılık, zembilcilik, nalbantlık, semercilik gibi gizli kameracılık mesleği de yok olmak üzere.

Devlet bize sahip çıksın…

CAMBAZA BAK

“Cambaza bak” derler, bakarsınız “neden ipin üstünde yürüdüğünü” anlayamadığınız adama. Siz heyecan içinde bakarken, “cambaz düşecek mi düşmeyecek mi?” diye beklerken cepçiler de gelip boşaltır ceplerinizi…

Son günlerde hangi cambaza bakacağımıza şaşa kaldık…

Gündemde bir dolu cambaz var ipler üstünde…

Fener küme düşecek mi düşmeyecek mi?

Düşüp de sonradan masum olduğu ortaya çıkarsa ayıp olmaz mı?

Düşmeyip de suçlu olduğu ortaya çıkarsa rezalet sayılır mı?

Aziz Yıldırım’a yapılan reva ile Silivri mahkûmlarına yapılan reva arasında bir fark var mıdır? Varsa nedir?

Zaman zaman yapılan federasyon tartışmalarında kast edilen aslında Futbol Federasyonu mudur?

Futbolun feneri bu durumdayken Deniz Fenercilerin de apar topar yakalanmasının bir nedeni var mıdır?

Elif Şafak yeni kitabı için erkek kılığında poz vermiş, acaba erkek yazarlar da kadın kılığında poz verirler mi?

Elif Şafak’ın kitabının kapağı çalıntı, içeriği de başka bir romandan intihal mi acaba…

Her iki kitabı da okumamış okumaya da niyeti olmayan biri bu meraklı sorunun yanıtını nasıl bulacaktır?

Paşalar ihtilal yapacaktı diye içeri alınırken ihtilalin en katmerlisini yapan ressam paşa neden hâlâ dışarıdadır?

Vatandaş hiç olmazsa sembolik de olsa bir kez mahkeme koridorunda “Ahmet Kenan Evren” diye bağırışını duyabilecek midir?

Peki diğer paşalar içeri alına alına dışarıda hiç paşa kalmazsa ne olacak?

İrticai faaliyetten dolayı ordudan uzaklaştırılanlara af çıkacak diyorlar, o boşluk onlarla doldurulursa ne olur?

TRT “Tosun Paşa” filmini sansürlemiş, acaba bunun da paşalar operasyonuyla bir ilgisi var mı?

Şimdi aklıma geldi bir Haydarpaşa’nın kapatılıp otel yapılmak istenmesi vardı.

Polise ağır savaş silahları alınıyor…

Peki onların da rütbeleri Tuğkomiser, Tümkomiser, Korkomiser, Orkomiser şeklinde olabilir mi?

Peki pek sık gördüğümüz, şortla otobüse binenin veya ramazanda sigara içenin dövülmesi gibi vakalardan sonra ikinci bir polis teşkilatı daha kurulabilir mi? Ahlak Polisi Teşkilatı mesela…

Peki şortlu kız vakasında “Aslında o karşısındaki adamı dövmüş” diye haberi tersine çeviren yalaka basın bu dediğine kendi de inanmış mıdır?

Peki silah alımlarının kolaylaşmaya başlaması, herkese 3 çocuk kampanyasından sonra herkesin 5 silah alabilmesinin sonucu daha da başka polis teşkilatlarına neden olabilir mi?

Bu kadar polis teşkilatı kendi aralarında anlaşabilirler mi?

Anlaşamazlarsa bu anlaşmazlık da tahammülsüzlüğe varırsa, hepsi kendi gettolarını oluşturabilirler mi?

Sahi şu gettolar meselesinin sonu nereye varır?

Laikler, dinciler, ulusalcılar,2.cumhuriyetçiler, eşcinseller kendi gettolarını oluştururlarsa nasıl bir manzara çıkar?

Bu gettolar kendi aralarında bir lig oluşturup maçlar yaparlar mı?

Peki yaparlarsa bu maçlarda kavga çıkabilir mi?

Peki, getto liginde de şike olabilir mi?

Peki gettolar arasında da sıfır sorun olur mu?

Olursa, adama “Ne halt etmeye getto oldun?” diye sormazlar mı?

Peki o gettolar da kendi aralarında çekişip yeni gettolar oluşturabilirler mi?

Peki Asmalımescit masalarının kaldırılmasından sonra sıra evdeki çalışma masalarımıza gelebilir mi?

Görüldüğü gibi cambaz çok…

“Cambaza bak” demenin alemi yok…

Ancak “Cambaza bak” diyenler bilsinler ki, bu kadar cambaza bakan biri sonunda gerçek cambazı da görebilir…

AKILLI İŞARETLER APTAL TV DİZİLERİNE KARŞI

Tv dizileri bir gereksinimden kaynaklanır;

Öykü anlatma ve dinleme gereksinimi…”

Tarihin ilk dönemlerinden beri insanlar birilerine bir şeyler anlatma ve birilerinden bir şeyler dinleme gereksinimi içinde olmuşlardır.

Mitoloji böyle doğmuştur; kutsal kitaplarda anlatılanlar, masallar, binbir gece hikayeleri (ki günümüzün Tv dizilerinin atası sayılır) bu yüzdendir. Yazı bulunmadan önce kuşaktan kuşağa anlatılan söylenceler sonra yazıya dökülmüştür…

Tiyatro bu yüzden doğmuştur, öykü, roman, şiir, gazeteler, gazetedeki tefrika romanlar (ki gene günümüzün Tv dizileri karşılığıdır), sinema ve tabii Tv dizileri. Hep aynı gereksinimin sonucudur.

Bu girizgâhtan sonra RTÜK’ün getirdiği akıllı işaretlere sözü getireceğim.

Diziler içeriklerine göre sınıflanacaklar, eğer bir dizi +18 işareti almışsa saat 23.00’den sonraya gidecek. Uygulama yaygınlaştıkça senaryolara müdahaleler de başlayacak.

İlk bakışta haklı görülebilir bir durum, dünyada da örnekleri var. Ama o sansür makası bir kez şaklamaya başlarsa neyi, ne zaman keseceği belli olmaz.

Güzel ülkemin güzel insanı öykü dinlemeye bayılır, bazen kendini kaptırır öykünün akışına, o öykünün bir karakteri olup çıkar.

Öyküdeki karakterin yaptıkları kendine ters geliyorsa kızar, öfkelenir.

O öyküyü yazana, filme çekene, oynayana, gösterene kızar.

Birbirini aldatan eşlere kızar, yasak aşklara kızar, tecavüzlere kızar, kötülük yapan insanlara kızar. Sevdiği karakter rol gereği ölürse mevlit okutur, onu öldüren oyuncuya yolda rastlarsa dövmeye kalar.

Ama gene de izler, dizilerin izlenme oranları tavan yapar; kıza kıza izler…

Kızar ve şikâyet eder RTÜK’e…

O delikanlı amcasının genç karısana sarkıyor; bu bizim milletin geleneklerine aykırıdır.” diye. Sanki başka milletlerin geleneklerine uygunmuş, sanırsınız…

Dramanın kurallarını anlatmaya kalkarsanız uzun sürer;

Öyküler, çatışmalar içerir; bunlar olmadan öykünüzü anlatamazsınız” derseniz, dinlemez. Diziyi pür dikkat izler, detay sektirmez; ama gider şikâyet eder, “Kaldırın bu diziyi” diye.

Dizi bir şekilde yayından kalkınca da üzüntüsünden karalar bağlar. Çünkü filmin sonunu merak ediyordur, ortada kalmıştır şimdi.

O bir Şehriyar, dizisi de Şehrazat’dır; öyküsünü en heyecanlı yerinde kesip “Devamı bir sonraki bölümde” diyen. Ama o bölüm gelmeden kesilmiştir Şehrazat’ın kafası.

İzleyicinin bu hali sevimlidir aslında, öykü anlatıcısı sevinir bu duruma; çünkü öyküsü dinleniyor ve bir tepki alıyordur.

Ama RTÜK bu şikâyetleri ciddiye alıp da ceza kesmeye kalkınca işin rengi değişiyor tabii…

Neyse ki savcılar senaryolardaki cinayetlere dava açmaya başlamadılar henüz.

Gerçi TV dizileri bazen libido gıdıklamada kantarın topunu kaçırıp, RTÜK’ü haklı çıkartma aşamasına getirseler de hiçbir zaman aşağıda örneklerini vereceğim anlatılar kadar olmadılar.

Yasak aşklar, eşcinsellik, cinsel sapmalar, ensest vs nedeniyle dizileri ahlaksızlıkla suçlayanlar acaba bunlara ne der?

Hiç değiştirmeden, orijinal metinlerden aynen alınmıştır.

ESKİ AHİT (TEVRAT)

Yaratılış (Genesis)

Bölüm 12

Avram Mısır'da

10. Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici bir süre için Mısır'a gitti.

11. Mısır'a yaklaştıklarında karısı Saray'a, "Güzel bir kadın olduğunu biliyorum" dedi,

12. "Olur ki Mısırlılar seni görüp, 'Bu onun karısı' diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar.

13. Lütfen, 'Onun kızkardeşiyim' de. Öyle ki, senin sayende bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."

14 .Avram Mısır'a girince, Mısırlılar karısının çok güzel olduğunu farkettiler.

15. Kadını gören Firavun'un adamları, güzelliğini Firavun'a övdüler. Kadın saraya alındı.

16. Onun hatırı için Firavun Avram'a iyi davrandı. Avram davar, sığır, erkek ve dişi eşek, köle, cariye, deve sahibi oldu.

17. RAB Avram'ın karısı Saray yüzünden Firavun'la ev halkının başına korkunç felaketler getirdi.

18. Firavun Avram'ı çağırtarak, "Nedir bana bu yaptığın?" dedi, "Neden Saray'ın karın olduğunu söylemedin?

19. Niçin 'Saray kızkardeşimdir' diyerek onunla evlenmeme izin verdin? Al karını, git!"

Bir dizi içinde şöyle bir sahne düşünün; yaşlı adam, genç karısını zengin bir işadamına “Bu benim kızkardeşim” diye tanıtıyor. İşadamı da kadınla ilişkiye girip, yaşlı adama da mal mülk veriyor. RTÜK’ün akıllı işaretlerine göre doğrudan saat 23.00’e gidecektir.

Bir başka örnek

Bölüm 19

Sodom'la Gomora'nın Yıkılışı

1. İki melek akşamleyin Sodom'a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu. Onları görür görmez karşılamak için ayağa kalktı. Yere kapanarak,

2. "Efendilerim" dedi, "Kulunuzun evine buyurun. Ayaklarınızı yıkayın. Geceyi bizde geçirin. Sonra erkenden kalkıp yolunuza devam edersiniz." Melekler, "Olmaz" dediler, "Geceyi kentin meydanında geçireceğiz."

3. Ama Lut çok diretti. Sonunda onunla birlikte evine gittiler. Lut onlara yemek hazırladı, mayasız ekmek pişirdi. Yediler.

4. Onlar yatmadan, kentin erkekleri, Sodom'un her mahallesinden genç yaşlı kentin bütün erkekleri evi sardı.

5. Lut'a seslenerek, "Bu gece sana gelen adamlar nerede?" diye sordular, "Getir onları da yatalım."

6. Lut dışarı çıktı, arkasından kapıyı kapadı.

7 "Kardeşler, lütfen bu kötülüğü yapmayın" dedi,

8. "Erkek yüzü görmemiş iki kızım var. Size onları getireyim, ne isterseniz yapın. Yeter ki, bu adamlara dokunmayın. Çünkü onlar konuğumdur, çatımın altına geldiler."

9. Adamlar, "Çekil önümüzden!" diye karşılık verdiler, "Adam buraya dışardan geldi, şimdi yargıçlık taslıyor! Sana daha beterini yaparız." Lut'u ite kaka kapıyı kırmaya davrandılar.

10. Ama içerdeki adamlar uzanıp Lut'u evin içine, yanlarına aldılar ve kapıyı kapadılar.

Böyle bir sahneyi gören RTÜK ne yapar bilemiyorum… Adamın evine iki delikanlı geliyor, komşuları da kapıya dayanıp “Onları bize ver de yatılım” diyorlar. Adam da “Etmeyin eylemeyin, bakın iki bakire kızım var, onları alın” diyor… Kapıdakilerin gözü o kadar dönmüş ki “Çekil önümüzden yoksa sana daha beterini yaparız”, diyorlar.

Bu durumu saat 23.00 de kurtarmaz 24 saat dışına atılır kesin…

Tevrat’tan bir örnek daha; bu sahnenin devamı, Lut, kızlarıyla birlikte yıkılan şehirden kaçarlar…

Lut ile Kızları

30. Lut Soar'da kalmaktan korkuyordu. Bu yüzden iki kızıyla kentten ayrılarak dağa yerleşti. İki kızıyla birlikte bir mağarada yaşamaya başladı.

31. Büyük kızı küçüğüne, "Babamız yaşlı" dedi, "Dünya geleneklerine uygun biçimde burada bizimle yatabilecek bir erkek yok.

32. Gel, babamıza şarap içirelim, soyumuzu yaşatmak için onunla yatalım."

33. O gece babalarına şarap içirdiler. Büyük kız gidip babasıyla yattı. Ancak Lut yatıp kalktığının farkında değildi.

34. Ertesi gün büyük kız küçüğüne, "Dün gece babamla yattım" dedi, "Bu gece de ona şarap içirelim. Soyumuzu yaşatmak için sen de onunla yat."

35. O gece de babalarına şarap içirdiler ve küçük kız babasıyla yattı. Ama Lut yatıp kalktığının farkında değildi.

36. Böylece Lut'un iki kızı da öz babalarından hamile kaldı.

37. Büyük kız bir oğlan doğurdu ve ona Moav adını verdi. Moav bugünkü Moavlılar'ın atasıdır.

38. Küçük kızın da bir oğlu oldu ve adını Ben-Ammi koydu. O da bugünkü Ammonlular'ın atasıdır.

Yengesine asılan adama tepki gösteren RTÜK, böyle bir sahne karşısında ne yapar? Akıllı işaretlerinin aklı bile dumura uğrar, akıllı işaret olduğuna bin pişman olur.

Yaradılışın ilerleyen bölümlerinde de epey benzer bölüm var. Kazara bir kanalda yayınlanırsa o kanal sonsuza kadar kapatılabilir.

Ha şunu diyenler çıkabilir; “Bu zaten Yahudi kitabı, hiç işimiz olmaz; burası Türkiye!

O zaman buyurun bizden bir örnek…

MEVLANA –MESNEVİ

Cilt 5

Şehvetin Sonu

Bir halayık şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da. Eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu…

Mevlana’nın hikâyesi bu şekilde devam ediyor ama ben burada daha fazla yazamayacağım. Ola ki RTÜK’ün eli buraya da uzanıp Mevlana’dan soramadığı hesabı bizden sorabilir.

Çok merak ederim, bir senaryo yazarı Mesnevi’yi Tv’ye uyarlamaya kalksa bu tür bölümleri ne yapacaktır?

Es geçse Mevlana’yı sansürlemiş olacak; gösterse kendi sansürlenecek…

Ama en zor durumda kalan da RTÜK olur sanırım…

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek sema ederken ortaya çıkan eşeği ve kabağını nasıl açıklayacaktır?

Neyse ki şimdiye kadar bu tür öyküler Tv ekranına hiç yansımadı.

Şükret ve dizileri yapanlara teşekkür et RTÜK…

DÜĞÜNLER VE CENAZELER

Hayat devam ederken ortalık toz duman; sesler, sözcükler, cümleler birbirine karışıyor. Başıboş sesler atmosferde dolaşıyor ve dolaşacak sonsuza kadar. Ağızdan çıkan söz yok olmuyor, unutulmuyor. Bize ulaşan o seslerden örnekler verelim; hangi lafı kimin ettiği ayrı bir araştırma konusudur…

-Deprem olmuş !!!

-İstanbul’da mı yoksa ?

-Hayır Van’da…

-Aman neyse…

-Bir şeye ihtiyaç var mı, yardım falan?

-Her bir şeyimiz var çok şükür…

-Çadııııııııır...

-Aaaa bi tek çadırımız yokmuş… Pardon…

-Zaten zamanında deprem vergisi diye para toplamıştık; ne demişler sakla samanı gelir zamanı… İşte geldi zamanı, hadi çıkarın samanı…

-Çıkaramayız o samanı çoktan inekler yedi…

-Haksızlık etmeyin duble yol yaptık; o duble yollar olmasa sayın bakanlarımız depreme bakmaya nasıl gideceklerdi?

-Çadır diyordunuz alın size çadır, bakın ne güzel saray gibi; üç öğün de yemek çıkıyor, daha ne istiyorsunuz?

-Allah razı olsun, darısı başınıza inşallah…

-İnşaatlar ruhsatsızmış…

-Ruhsat varmış ama sahteymiş…

-Ruhsatsızları yıkacağıııııız…

-Sallama…

-Aaa gene sallanıyor...

-Herkes haddini bileceeeeeeek; alın işte ben de parmağımı sallıyorum…

-Biraz da matem yapalım o vakit…

-Cumhuriyet Bayramı var… Bayramı iptal edelim…

-Ne alaka?

-Cumhuriyet’i henüz iptal edemiyoruz, şimdilik bayramını iptal edelim; sonrası Allah kerim…

-Bugün bizimkilerin üç adet düğünü varmış…

-Kaç hafta önceden planlanmış, yer tutulmuş, masraf yapılmış; şimdi iptal etmek israf olur, israf da günahtır…

-Hem gitmemek ayıp olur…

-Depremde de o kadar can kaybı oldu ama…

-Tamam işte, üç düğün; en az üçer çocuktan en az dokuz çocuk demektir; kayıplar bir ölçüde telafi edilir hiç olmazsa…

-Bak doğru hatta “En az üç çocuk” sloganını “En az altı çocuğa” çıkartırız…

-Tabii geçen depremde de emlak vergilerini iki misli olarak almıştık…

-Düğünde eğlence meğlence derken ters olmasın…

-Olmaz… İzzet ve Nihat’ı çağırırız; bizim çocuklardır, ikisi de kankadır… İçli içli türküler söylerler, ağıt yerine geçer. Böylece depremde ölenleri de anmış oluruz…

-İzzet ve Nihat’a otelde yer ayarladık, akşam düğünde ağıt söyleyerek ölülerimizi anacağız… Nihat “İsterseniz mevlit de okurum” diyor…

-Söyleyin Nihat’a işin suyunu çıkartmasın, yok artık…

-Ya biz iptal etmedik mi bu bayramı; hâlâ neyi kutluyorlar meydanlarda!

-Cahil insanlar işte, haberleri yok; okumamışlar iptal kararımızı…

-Üç düğünü aynı geceye koymak bizim için biraz yorucu oluyor ama…

-Olsun ama katlanacağız ne yapalım… Neyse ki birbirlerine yakın salonlarda yapılıyor…

-Bi deprem daha oldu…

-İstanbul’da mı?

-Yok…

-Aman çok şükür… Peki nerde?

-Ankara’da, düğünü yaptığımız otelde…

-Ölü yaralı var mı?

-Ölü yaralı yok ama büyük rezalet var… İzzet ve Nihat kaldıkları odaya dört kadın çağırmışlar… Sonra parada anlaşamamışlar, vukuat çıkmış karakolluk olmuşlar… İzzet erkek adam, tepesi atmış tabii; sille tokat girişmiş kadınlara… Epey bir sallanmış ortalık…

-Nihat da “Ben geçerken öylesine uğradım odaya, bütün suç İzzet de vallahi” diye satmış kankasını…

-Yahu bana ne bundan, ne diye söylüyorsun bu kadar dert arasında…

-Yok yani odanın parasını biz ödedik de… Şimdi kadınlar için de ekstra isterlerse ne yapacağız, diye soruyorum…

-Sorma… Bazı şeyleri de kendiniz halledin… Benim programım yoğun, bu hafta gitmem gereken 10 düğün daha var…

-Bu defa Nihat’la İzzet’i çağırmayalım ama; ne olur ne olmaz…

-Somali kafilesinden başka birilerine bakarız artık… Gerçi bir bakıma iyi olmuş otel rezaleti, hiç olmazsa çadır rezaletini unutturur belki…

-Neticede hayat devam ediyor…

3 Temmuz 2011 Pazar

Stockholm Sendromu

Güzel dilimiz yeni bir ifade daha kazandı.
Gerçi Stockholm’ü Alman futbolcu, Sendromu da ilaç adı sananlar çok olsa da kısa bir araştırmadan sonra gerçeğe ulaşılıyor.
Kısaca kendisine eziyet edene aşık olma, ona bağlanma, biat etme durumu için kullanılıyor bu “Stockholm Sendormu” ifadesi…
İktidar partisinin %50’lik bir oranda oy almasından sonra muhalefet partisi yetkilileri özel konuşmalarında bu ifadeyi kullanmış ama gevşek ağızlı biri bu konuşmayı dışarıya sızdırınca bu deyim, gündemimize oturdu.
Peki bu ifade, söz konusu durumu karşılıyor mu?
Yani Stockholm Sendomu deyimi 38 yıl önce Stockholm’de yaşanan bir soygun sonucu rehin alınan bir kızın sonradan soyguncuya abayı yakmasından sonra sözlüklere girmiş.
Yani daha pek yeni sayılır…
Bu olaydan romantik bir aşk filmi senaryosu yazılır ama bizim durumuzu pek karşılamaz.
Oysa ki bizim sendromlarımız çok çok daha eskilere dayanır…
Yıllar yılı hanedanların tebaası altında yaşamışız…
Padişahlara hep “efendimiz” demişiz…
Kul olmuşuz… Tebaa olmuşuz.
Üç kuruş ulufeyi en büyük nimet sayıp dualar etmişiz…
Adam yerine konulmamışız…
“Senin aklın ermez” diyerek devletin yönetim kademelerine hep devşirmeler getirilmiş.
Kapımızı devlet adına sadece vergi memurları çalmış.
Bunlara karşı çıkmak çok ayıp ve de çok büyük günah sayılmış. Aksini yapanlarımız Rûzi mahşerde cehennem ateşine mahkûm edilmeden bostancıların işkence tezgâhından geçmişiz.
Bu durum genlerimize kadar işlemiş; bunca zaman sonra bile hanedanları eleştirmeye kalkanları bile “Vay ecdadıma sövdün” diye tepelemişiz…
Sultanların televizyon filmlerinde canlandırılmasına bile tahammül edememişiz.
Sultanlar, bunu yemez, şunu içmez, onu öpmez, diye kıyameti kopartmışız.
Tarihçi dediklerimiz bile bilimselliği bırakıp hanedanların avukatlığına soyunmuş durumda.
Evlatlarını, kardeşlerini boğazlatan hükümdarları “Na’apsınlar başka çareleri yoktu” diye savunup insanları dumura uğratmışlar…
Bizim öyle gavur icadı olan Stockholm Sendomuyla işimiz olmaz…
Bizim öz be öz, köklü bir geleneğe sahip, aslanlar gibi Topkapı Sendromu’muz var…
Başımıza ne geliyorsa bu yüzden…

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ALİ BEY'DEN MEKTUP VAR

Bugün ÖSYM başkanı Sehven Ali Bey’den bir mektup aldım, inanın çok duygulandımBizzat kendi elleriyle yazmış belli (epey bir imla hatası var çünkü), pulunu bizzat kendi yalayıp yapıştırmış ( gerçi pul ters yapışmış ama olsun, pulun unutulduğu günümüzde bu da bir şeydir); cep telefonları, internet vs sayesinde iletişimin jet hızına ulaştığı dönemde bir mektup almam beni nostaljik bir havaya soktu. En son mektubumu askerdeyken almıştım. Ali Bey de mektubun güzelliğinin bilincinde olanlardan belli, üşenmeden herkese tek tek mektup yazıyormuş bugünlerde. Yazdıklarını okuyunca inanın çok samimi buldum ve kendi adıma tatmin oldum (ve diğer tatmin olanlara hak verdim).

Muhteremin bu içten mektubunu sizlerle paylaşmamayı bencillik olarak gördüğümden aynen yazıyorum (imla hatlarını mümkün olduğunca düzeltmeye çalıştım ama gene de bir iki yerde atlamış olabilirim)…

Sevgili öğrenci;

Bu sene ÖSYM’nin yani “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinin (yoksa “Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi” mi olacaktı, bunu hep karıştırıyorum…Neyse işte siz onu anladınız) sınavına girdiniz…

Bu sınavda şifre var dendi, evet bir şifre vardı olmasına ama bu şifre sizin bildiğiniz şifrelerden değildi. Aslında sehven yapılmış bir hataydı, şifreli soruları bizim çocuklara verecektik ama bir yanlışlık sonucu bizim merkeze alacağımız kırtasiye için Başbakanlığa yolladığımız malzeme listesiyle karışmış. Şifreli soruları sehven başbakanlığa, malzeme listesinini de gene sehven bizim çocuklara yollamışız. Garipler iyice aptallaşmışlar tabii, karşılarında “100 top fotokopi kâğıdı, 10.000 tükenmez” türünden bir liste görünce işin içinden çıkamamışlar haklı olarak. Zaten kırtasiye istekleri de Başbakanlığa yapılmazmış, meğer bir yanlış da orada yapmışız. Sağ olsun Sayın Başbakan bizzat telefon açıp bu durumu izah etti.

Ben “Peki beyefendi kırtasiye listesini nereye yollamam gerekirdi?” diye sorunca da hiç vazifesi olmadığı halde gayet net bir şekilde izah etti. Ben de zatı muhteremin emri hilafında listeyi anneme yolladım.

Neyse sevgili öğrenci, gördüğünüz gibi şifre var ama yanlışlık sonucu kullanılmamış… Vallahi de kullanılmamış billahi de kullanılmamış, bak sana yeminle söylüyorum…

Aslında sorularda da bazı hatalar yapmışız; bazı soruların cevapları, bazı cevapların da soruları çıkmamış. Yanlışlık işte, insanoğlu sehven de olsa böyle şeyler yapabiliyor. Ama sizler feraset sahibisiniz, akıllısınız, zekisiniz leb demeden leblebiyi anlarsınız. Bunlar sizin için ne ki… O bir şey değil de asıl yanlışlığı cevap kâğıtlarını okurken yapmışız; şimdi eskiden tek tek elde bakardık, şimdi optik okuyucular var onlarla yapıyoruz. Ama bazen aletler bile yanlışlık yapabiliyor. Optik okuyucunun okuma zamazingosu (aslında bir adı var tabii, söylediler ama unuttum) biraz arızalanmış. Yurtdışındaki servisinden teknisyen istemiştik. Ama sehven bir durum olmuş gene, optik okuyucu servisine yazacağımız yerde “Atık depolama sistemi” için bir teknik elaman istemişiz. Gerçi gelen eleman Allah için elinden geleni yaptı. Bizim “optikçi” elaman da Kütahya’daki maden işletmesine gitti. Eee gene de şükretmek gerek, beterin beteri varmış, biz hiç olmazsa siyanürle uğraşmıyoruz şimdi.

Neticede sevgili öğrencim, puanlama sisteminde bazı yanlışlıklar yapmış olabiliriz. Mesela aldığımız bir duyuma göre okul birincisi bir talebe sıfır puan çekerken, öğretmenlerin embesil diyerek belge vermeye hazırlandıkları bir çocuk son yirmi yılın soru bilme rekorunu kırmış bulunmakta. Biz işin içinden çıkamadık; size soru kâğıdınızı yolluyorum. Siz nasıl olsa hangisine doğru hangisine yanlış cevap verdiğinizi bilirsiniz. Kendiniz kontrol edin, kendi puanınızı kendiniz verin, kendi okulunuzu kendiniz bulup kendi kendinize yerleşin. Yahu her şeyi de devletten beklemeyin canım, bizi de boş yere yorup yanlış yunluş işler yaptırmayın, En doğrusu bu galiba…

Hayatta sana başarılar diler, gözlerinden öperim…

Seni Seven Başkanın Ali

Gerçi ben öğrenci değilim, sınava gireli 35 yıl geçti; belli ki bu mektup bana da sehven yollanmış, ama olsun… Bunca yıl sonra aldığım ilk mektup…

30 Nisan 2011 Cumartesi

BİR ATOMUN ANILARI

Bir atom partikülü olmanın büyük utancı içindeyim…

Çoğu kimse beni anlayamadı, anlayanlar da hep yanlış anladı…

Benim için önce “Bu bir maddenin en küçük parçasıdır, bölünemez” dediler…

Bu bilgi okullardaki müfredat programlarına böyle geçti…

Derken dünyaya dil çıkartan bir Einstein çıktı, bölünebileceğini söyledi…

Sonra beni de bölmeyi başardılar… Ama Milli Eğitimin kitapları bir türlü yeni baskı yapmadığı için uzun süre “Atom bölünemez” diye kaldı.

Öğretmenler çaresizdi, “Çocuklar atomu bölmeyi başardılar, ama bize bakanlıktan bir tamim gelmediği için biz bölünemez, diye okuyacağız demek zorunda kaldılar… Bu yüzden o dönem yetişen çocuklar “Atom bölünmez” diye bildiklerinden sonraki gelişmelerden habersiz kaldılar. Bizim bakanlık bu konuyu komisyonlarda incelerken eloğlu bendeki bu bölünmeyle açığa büyük bir enerjinin çıktığını keşfetti.

Enerjimi “insanlık yararına kullanırlar diyordum ki, önce denizaltılar yaptılar, savaşlarda “düşman” dediklerine torpido atıp yok ettiler.

Baktılar öyle tek tek öldürmek zaman alıyor, öyle bir bomba imal ettiler ki, koskoca şehirleri toptan imha etti hatta sadece o an yaşayanları değil sonradan doğacakları da yok etti…

Çünkü bir kusurum vardı, radyasyon salgılıyordum… En olmadık yerde, en olmadık zamanda meydana geliyordu bu durum, engel olamıyordum bir türlü.

Bazı insanların yellenmesi gibi bir şeydi bu… Alışkanlık haline getirirler, kimseyi umursamazlar “zart zurt” diye salıverirler…

İşte ben bu radyasyonu bunu kullananların yellenmesi olarak görüyorum; sonuçta ikisinden de kötü kötü kokular gelir.

Sonra daha fazla enerji, daha fazla para için nükleer santralar kurmaya başladılar. Ama benim sağım solum belli olmuyordu dediğim gibi. En olmadık zamanda bir münasebetsizlik yapabilirdim.

ABD’deki Üç Mil Adası’nda (Three Mile Island) santral kurdular, eh huyum kurusun eh bir açığını bulunca salıverdim radyasyonumu… Neticede her şey teknolojiye dayansa da her şey bilgisayarlarla yapılsa da, onları çalıştıracak düğmeye bir insanın basması gerekiyor. Eh insanın olduğu yerde de eblehlik kaçınılmaz oluyor.

Amerikalının canı tatlı tabii, bu kazadan sonra hemen kavradı durumu, “Olmasına olsun ama benden uzak olsun” dedi.

İnsanların böyle bir ikilem içinde kalmaları doğrusu beni eğlendiriyor; bir yanda üretilen enerjiden gelecek para öte yanda hastalıklar, ölümler, doğa katliamı.

Ne yardan ne de serden vazgeçiyorlar… Kendilerinden çok ama çok uzak yerlerde olursa bu sorunun kalkacağını sanıyorlar… Çünkü bu santraller aslında bu muhteremlerin yaşayabilmesi için gerekli enerjiyi üretiyorlar.

İşte Çernobil macerası da böyle başladı…

Gene bir sahile kurulan nükleer santral bir süre sonra sızıntı yapmaya başladı.

Tabii buna bağlı olarak da ilgililerin sızlanması başladı…

İlgililerin sızlanmasının nedeni tabii ki ellerindeki rant gidecek diye sızlanıyorlardı.

Oysa bir hüsnü kuruntudan ibaretti ilgililerin sızıntısı…

Çünkü ilgisizler doğal olarak bilgisiz olduklarından sızlayacak bir şey bulamıyorlardı.

Çünkü radyasyon gözle görülmüyordu, elle tutulmuyordu…

Onların ilgilenmesi için, görmesi gerek, eline alıp tutması, mümkünse yemesi gerek…

Aslında onlar da sızlıyorlar ama bu sızlama biraz gecikmeli olarak geliyor;

“Bu toprakta neden ot bitmiyor?”

“Bu inek niye çift başlı doğdu?”

“Ben niye bu hastalıktan ölüyorum?”

Sorularını kendi kendilerine soran ilgisizler, radyasyonla bir ilgi kuramadıklarından dolayı ilgililere de bir şey diyemiyorlardı.

Çernobil paniğinden komşu ülkeler de etkilendi tabii ki, ellerindeki çayları tam toplayacakken benim radyasyon sızdırmam yüzünden ne yapacaklarını bilemediler.

Yok yok bulaşmamıştır bulaşmamıştır” diye kendilerini teselli ettiler…

Adamların bakanları bardak bardak çay içip “Bakın içiyorum işte bir şey olmuyor” dedi.

Hatta bazı sivri zekâlıları çıkıp “Radyasyon belli bir miktarda alınırsa yararlı olur, hele hele erkekliğe çok falyalıdır diye bilimsel açıklamalarda bulundu.

Bu kadar risk her şeyde vardır, trafik kazalarında da insanlar ölüyor, evdeki tüp gazlar da patlayabilir, radyasyonu tv izlerken de alıyorsun” diyenler bile oldu.

Bunları duyunca bir gururlandım ki sormayın, “Ben neymişim” dedim kendi kendime.

Benim sayabildiğim 400 nükleer santrallerde böyle kazalar oldu, en son da Fukuşima’daki olay… Eh insan hatasını haletsen bile doğa yapıyor yapacağını, deprem olunca ben de gene salıverdim işte…

Aklını başına alanlar nükleer işinden bir şekilde sıyırdılar… “Yapılacaksa başka bahçelerde yapılsın” dediler…

Ama akılsız insanoğlu bir şeyin farkında değil; nereye yaparsan yap ben gelip sizi bulurum. Rüzgâr olup yüzüne eserim, yağmur olur tepene yağarım, yediğin ekmeğe, içtiğin suya karışıp damarlarında dolaşırım…

Başka bahçelere kaçmakla benden kurtulamazsın kolay kolay…


17 Nisan 2011 Pazar

FRANSIZ

HER GÜNÜMÜZ 1 NİSAN




Fransızlar’ın aklına esmiş yılbaşı olarak kutladıkları 1 Nisan’ı değiştirip 1 Ocak’a almışlar. Ama bazı Fransızlar duruma Fransız kalıp hâlâ 1 Nisan’da devam etmeye başlamışlar. Bunlara da alık anlamına gelen “Nisan Balığı” demişler. Tabii bunun oranı hakkında net bir bilgi yok. Yani yüzde kaçı alık, yüzde kaçı değil belli değil. Bir varsayıma göre yüzde 60’lık bir oran “balık” ama bir başka varsayıma göre de asıl “balık” olan diğer grup. Çünkü insan durup dururken 1 Nisan olarak kutladığı yılbaşını ne demeye değiştirmeye kalksın…
Neticede balıklık ve alıklık arasında sıkı bir bağlantı vardır.
Özellikle sazan balıkları en ufak bir hareket gördüler mi hemen kendilerini sandalın içine atarak gönüllü olarak av olurlar bu yüzden balıkçılar en çok sazan balıklarını severler.
1 Nisanlarda bu tür sazanları avlamak için çeşitli şakalar yapıla gelmiştir;
1957 yılının 1 Nisanı'nda BBC'nin Panaroma isimli programında bir haber yayınlandı.
Haberi sunan Richard Dimbleby, bizim Ali Kırca’yla Mehmet Ali Birand arası bir spikerdi.
Haberde İsviçre'de o sene hava koşullarının çok iyi gittiği söyleniyor ve spagetti açısından bereketli bir yıl yaşanacağı ifadesine yer veriliyordu. Haber ağaç dallarından spagetti toplayan İsviçrelilerin görüntüsüyle verilmişti. Kanalı arayan binlerce sazan “Ağaçta nasıl spagetti yetiştirileceğini” soruyordu.
Şakalar genellikle sazanlara karşı yapılır ama bazen bu şakalar eşekler tarafından yapılır ki buna da “eşek şakası” denir. Tahmin edeceğiniz gibi bizde bunun örnekleri çoktur.
Beşiktaş-Kadıköy vapuruna binen bir şahsiyet “Hey millet üzerimde bomba var, şimdi pimini çekiyorum” diye bağırmış. Zaten her an bir şey olacakmış paranoyası içinde tetikte bekleyen halk için yeterli bir durumdu. Denize atlayanlar, kalp krizi geçirenler, sağa sola koşarken birbirlerini ezenler tabii ki mümtaz şahsiyetin “Bir nisan ulan bir nisan, nasıl da yediniz sazanlar” demesini duyamamışlar. Yargıç bu vatandaşa 15 ay ceza kesince de
“Hiç de şakadan anlamıyorlar” diye hayıflanmış…
Bir marangoz atölyesinde çalışan iki maganda iş bitimi üzerlerindeki talaşı temizlemek için kompresör kullanıyorlarmış; hamşolardan birinin aklına geleneksel şakamız gelmiş ve kompresörü arkadaşının makatına tutup basmış havayı, tabii diğer hamşoyu zor yetiştirmişler hastaneye…
Şakanın böyle bir yanı var işte, ayarını iyi yapmak gerek. Şakalara hemen kandığımız zaman balık, şaka yaparken suyunu çıkardığımız zaman eşek oluyoruz. Yani hayvanlıktan kurtulamıyoruz.
Komşumuz Yunanistan da şaka sever bir millet, onlar da kendi vatandaşlarına şakalar yaparken şakanın öznesi olarak bizi kullanıyorlar doğal olarak.
Atina'da yayımlanan Elefteros Tipos gazetesi 1 Nisan günü, ''Türkiye'nin 20 milyar avro değerinde Yunan tahvillerini yüzde 2,5 gibi çok düşük bir faizle satın almayı kararlaştırdığını'' yazdı.
Söz konusu faizin Almanya için uygulanandan daha az olduğunu, Yunanistan'ın uluslararası piyasalardan aldığı borç faizinin de yüzde 6 olarak şekillendiğini belirten gazete, ''Yunanistan'ın gerek AB gerekse Uluslararası Para Fonu'ndan (IMF) mali yardım istemesine gerek kalmadığını, nitekim ekonomik desteğin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından sunulduğunu'' ifade etti. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'ın ''Komşunun evinde çıkan yangına gitmezsen senin evin de yanabilir'' şeklinde bir söz kullandığını belirten gazete, Türk bakanın bu açıklamalarının yerini bulduğunu ve Yunanistan'ın ''Ateş alan ekonomisine'' yardım edildiğini kaydetti.
Yunan halkını içinde bu şakaya inananlar olmuştur elbet, ama acaba bizimkilerden bunu duyunca “Vay be biz neymişiz meğer” diyenler de az değildir.
Eh son dönemlerde biz de sık sık bu tür şakalarla karşılaşıyoruz; şöyle bir anımsayalım…
İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof.Orhan Çeker, “Dekolte giyinen kadın tecavüzü göze alır” diye şaka yaparak herkesi eğlendirdi.
Onun kafadaşı olan iktidar partisinin bilmem nere bişeysi Süleyman Demirci Bey ise bu şakayı katladı; “Örtüsüz ev, perdesiz eve benzer, perdesiz ev de ya satılıktır ya kiralık” diyerek hepimizi gülmekten yerlere yatırdı.
Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı “Ha pu Çürt sorununa en iyi çare, Çürt avratlarunun pizum uşaklara kuma olarak verilmesidur” şakası gerçekten çok zarifti.
Başbakanımızın; tüp geçit inşaatı sırasında bulunan tarihi eserlere,
“Aslında çanak çömlek çıktı diyerek bizi oyalıyorlar; halbuki biz durmadan yola devam etmek istiyoruz” ; Nükleer santral için “Bunun tüp gazdan ne farkı var”, Kars’daki İnsanlık Anıtı için “Ucube” demesi şaka tarihine geçecek örneklerdendir.
Tabii bu “Ucube” tanımından sonra Kültür Bakanı’nın,
“Yok efendim, öyle dememiştir, ucube derken heykeli değil başka bir şeyi kastetmiştir” demesi, karşı tarafın da, “Hayır efendim tastamam heykeli kast ettim” diye yanıtlaması çağdaş Karagöz-Hacivat diyaloglarının güzel örnekleri arasındadır.
Hele hele, Cumhuriyet ilkelerini savunanlar, nedeni meçhul bir şekilde içeri alınıp 3 yıldır orada tutulurken işledikleri cinayetler sabit olan şeriatçıları “Siz fazla yattınız, yallah dışarı” diyerek tahliye etmeleri hiçbir yerde rastlanamayacak bir şaka örneğidir.
TÜSİAD’ın hiç üstüne vazife değilken hazırlayıp da kimyamızı bozan Anayasa taslağı da tam bir şaka kitabı niteliğindedir.
Her gün yeni bir şakayla karşılaşıyoruz; ben bu satırları yazarken bir şaka daha çıktı karşıma.
Hani şu an tutuklu 68 gazeteci için “Hiç kimse gazetecicik faaliyetinden dolayı tutuklu değildir” diyorlardı ya. Bir son dakika golü geldi; tutuklu gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmamış “İmamın Ordusu” kitabının kopyalarına yayınevi basılarak el konuldu. Yetmedi kopyaların gönderildiği başka kişilerin bilgisayarlarından bu bilgiler silindi, kopyayı elinde bulunduran kişilerden biri “Vallahi billahi daha okumamıştım, şöyle bir bakmıştım sadece” diye savunma yapmak zorunda kaldı, İyi ki de yapmış yoksa maazallah o bilgileri beyninden silmek için kim bilir ne yöntemler uygulanırdı. Nasıl şaka ama?
Şimdi diyeceksiniz “Yahu bunlar şaka değil, gerçek” diye…
Kesinlikte şakadır dostlar; bütün bu yaşadıklarımız kimliğini tam olarak anlayamadığımız ama şöyle böyle tahmin ettiğimiz birileri tarafından yapılan birer şakadır…
Sonunda biri çıkacak “Bir Nisaaaaan, nasıl da yediniz ama” diye dalga geçecek…
Sazanlık hep devam ediyor, anlayacağınız bize her gün 1 Nisan…

4 Mart 2011 Cuma