DÖRDÜNCÜ MAYMUN

29 Aralık 2019 Pazar

İYİ HALLER OLSUN


“İyi haller olsun” ifadesinin çok derin anlamı vardır, o kadar derin o kadar derindir ki dibini göremediğiniz için ne olduğunu anlayamazsınız. Bunun bir başka şekli “İyi saate olsunlar” olarak söylenir, gene bir başka deyişle söylenişi “üç harfliler” şeklindedir. Bazı insanlar ecinni tayfasının adından doğrudan bahsedip onları çağırmaktan korktukları için dolambaçlı yoldan bu tür ifadeler kullanırlar.
“İyi haller olsun” ifadesi de gene bedensiz varlıklarla ilgili olduğu sanılan, nasıl olduğu bir türlü açıklamayan tuhaf şeylerle ilgili bir şeydir.
Zaten bu “şey” kelimesi de çok tuhaf bir şeydir.
Ney olduğu bir türlü ifade edilemez, insanlar kafalarında onun ney olduğunu bir türlü canlandıramazlar.
Kör insanların fili tarif etmesi gibi hepsi ayrı bir şey söyler; işte bu “şey”, böyle bir şeydir.
“Şey” aslında çok yararlı bir şeydir, tıpkı iskambildeki joker gibi; istediğiniz yerde istediğiniz herhangi bir şeyin yerine kullanabilirsiniz, zorda kaldığınızda imdadınıza yetişir ve sizi kurtarır.
Bir kişi hakkında görüşünüzü bildirmeniz istenirse “O çok şeydir canım” dersiniz.
İleride bunu aleyhinize kullanamazlar; diyelim ki o kişi çok başarılı oldu.
“Tamam işte şey derken bunu kastetmiştim, ne kadar büyük biri demek istemiştim” dersiniz.
Yok rezilin biri çıktığında da “Biliyordum onun ne olduğunu sinkaflı konuşup da ayıp etmemek için şey deyip geçiştirdim” diye sıyrılırsınız.



İşte bu “İyi haller olsun” sözü de böyle bir şeydir.
Misal, şeyin biri ayrıldığı karısını sürekli tehdit etti, karısı da gitti cumhuriyet şeyliğine başvu-rup şikâyette bulundu, koruma istedi cumhuriyet şeysi de adamı çağırdı;
“Bakın aile kutsaldır yok öyle boşanmak falan, hadi barışın bakalım” diye onları uzlaştırmaya çalışıp başından savdı, neticede savcıydı kelimenin anlamını biraz yanlış yorumlasa da gereğini yapmış oluyordu.
Derken o şey bu defa iyice dellenip karısını çocuklarının gözü önünde baltayla doğradı…
Bu defa şey dedektifleri şeyi yakalayıp yeniden şeycinin karşısına çıkarttılar.
Şeycinin canı sıkıldı “Sana uzlaş demedik mi, ne diye böyle şeyler yapıp bizi meşgul ediyorsun?” diye sitem etti ama gene de görevi gereği ifadesini alıp; ağır ceza şeyliğine tutuklama talebiyle havale etti.
Şey, takım elbisesini, giydi, kravatını taktı ve ağır ceza şeyinin karşısına çıktı.
Ağır ceza şeyinin zaten derdi başından aşkındı, meslektaşları olan diğer şeyler verdikleri kararlardan dolayı, sürülüyor, görevden alınıyor daha da korkuncu tutuklanıyorlardı.
Bu yüzden tepedeki şeylerin sevmediğini tahmin ettiği bir şeyi serbest bırakırsa başının derde girmesi muhtemeldi; o da bu tür şeylere ne olur ne olmaz diye hep tutuklama veriyordu.
Ama bu kez de tutuklaya tutuklaya ceza şeylerinde yer kalmamış, tıklım tıkış olmuştu.
Bu defa o zaman normal şeylere fazla tutuklama vermemesi gerektiğini düşündü, böylece bir ölçüde denge sağlanacaktı.
İşte karısını öldüren şey karşısına geldiğinde onu dikkatle süzdü.
Acaba bu normal bir şey miydi yoksa öteki şeylerden miydi?
Ağır ceza şeyi olmanın özelliklerinden biri de buydu tabii, şeyi görür görmez nasıl bir şey olduğunu anlaması gerekiyordu.
“Sen nasıl bir şeysin söyle, normal misin, öteki şeylerden misin bakayım?” diye sordu.
Şey en masum yüzünü takınıp saygı içinde eğildi.
“Ben vatanını ve milletini seven geleneklerine bağılı, aile birliğine inanan bir şeyim muhterem şey bey hazretleri” diye ifadesini verdi.
Şey rahatlamıştı, şeyin nasıl bir şey olduğu anlaşılmıştı, üstelik kravatı da çok şıktı.
“Piyer Karden mi o?”
“Hayır muhterem şey bey hazretleri Vakko, ben yerli ve milli bir şeyim.”
“Oh pek güzel… Peki şey ettiğin için pişman mısın?”
“Siz nasıl münasip görürseniz öyle bir şeyim.”
“Tamam pişmansın, yaz kızım, karar; şeye soruldu pişman olduğunu söyledi, üstelik kravat da takıyordu, hali pek iyi göründü; şimdilik açık şey evinde biraz kafasını dinlesin sonra gereğine bakılır… Ülkemiz de inşallah hep böyle senin gibi iyi hallerde şey olur.”

YANDAŞ GAZETECİNİN ABD İZLENİMLERİ


“Sakın ola gelmeye kalkmasın gazeteyi temsilen dili dışarıda gezen yalaka o herifi yollasın” diye beni tarif etmiş. Müdürüm de çaresiz gitmemi söyledi, içinden büyük bir kıskançlık içinde yedi ceddime sövdüğünü hissediyordum ama neticede bu işler böyledir, herkesin bir zamanı vardır. Dönüşümümde kendimi genel yayın müdürlüğü koltuğunda olduğumu düşündüm. Onun dönemi bitmişti artık. Bizimkine domuzluk bulaştığından bir daha orada olması söz konusu olamazdı. Oturup testosteronunun ne kadar yüksek olduğunu anlatan yazılar yazabilirdi artık.
Uçağa bindiğimde bütün yandaş ve candaş meslektaşlarıma kucaklaştım. Kır saçlı meslek büyüğüm “Ulan sen de mi buradasın kerata?” diye yanağımdan makas aldı, bu davranışta biraz kafa bulma sezinlesem de üzerinde durmadım.
Muhterem büyüğümüz bizi etrafına toparlayıp fotoğraf çektirdi, yapılacak gezinin detayları hakkında bilgiler verdi.
Efendim söylediğine göre ABD başkanın uçağı olan Air Force One’a da zaman zaman böyle gazeteciler alınırmış. Ancak oradaki kurallara göre gazeteciler uçuş parasını cebinden öderlermiş.
Muhterem büyüğümüz “Bizim de Amerika’dan farkımızın olmaması gerek bundan sonra bu-rada da böyle, zaten paraya da ihtiyacımız var sürekli fiyat ayarlamaları yapıp yeni vergiler icat ediyoruz. Artık uçağa binenden de binmeyenden de para alacağız. Hadi bakalım pamuk eller cebe” dedi ve damadı maliye bakanına bize uçak bileti satması için talimat verdi. Bir anda göğsümün sıkıştığını hissettim zangır zangır titriyordum, yanımdaki üç kuruşu orada hanımın verdiği siparişler için harcayacaktım. Sağ yanımdaki kır saçlı ağabeyimin suratı yemyeşil olup yamulmuştu belli ki inme gelmişti, sol tarafımdaki badem bıyıklı ise tamamen kaykılmış, sırt üstü yatıyordu, dış işleri bakanımız suni teneffüse başlamıştı.
Muhterem büyüğümüz “Şaka lan şaka, para isteyen falan yok, hemen de yediniz, sazan gibi atladınız, hadi gene iyisiniz gezi beleş” diye gülmeye başladı, biraz rahatlamıştım.
Ama inme inen kır saçlı ağabeyin inmesi bir daha çıkmadı tabii. Ömrü, zaten yamuk olan tipi daha da yamulmuş halde devam edecekti.
Beyazsaray’a vasıl olduğumuzda bizi bir odaya aldılar, heyetteki elemanlar bizlere muhterem beyefendiye ve Trump’a soracağımız soruları dağıttılar.
Elimdeki soru İngilizce olduğu için ezberlemem şarttı, içeriğini bilmiyordum doğrusu sormak da aklıma gelmedi heyecandan. Lisedeki derslerden bu dile biraz kulak aşinalığım vardı.  “Mistır ent misis bıravn go tu dı sisayt” cümlesi hâlâ kulağımdadır. Tabii burada telaffuz çok önemlidir, yanlış bir tonlama kötü sonuçlara yol açabilir akım derken lokum anlaşılabilir ve diplomatik bir krize neden olabilirdiniz. Heyetteki arkadaşların İngilizcesi benden biraz hallice olduklarından onlardan bir hayır yoktu onlardan yardım isteyemezdim; bir tek kır saçlı ağabeyimizin pratiği iyiydi, aslında soruyu da o soracakmış. Ama o da uçaktaki şakadan sonra felç geçirince ne dediği anlaşılmaz olmuş “Ebep tübep” diye garip sesler çıkartmaya başlamıştı.  Bu yüzden orada bulunan bir Amerikalı gazeteci meslektaşım Gerorge’den yardım istedim; ona vücut diliyle hangi kelimeyi nasıl vurgulayacağımı ifade ettim o da söyledi sağ olsun. Ben de toplantı boyunca onun peşinden ayrılmaya karar verdim nereye gitse kuyruk gibi peşindeydim. Tavrımı yanlış anlayıp biraz ters baktığını hissetsem de yüzsüzlüğe vurup üzerinde durmadım.
Toplantı başladı, muhterem büyüğüm ile Trump çıkıp konuşmaya başladılar; ne dediklerine konsantre olamıyordum çünkü o sırada Trump’a soracağım soruyu ezberlemeye çalışıyordum, arada bir George’yi dürtüp kelimenin telaffuzunu kontrol ettiriyorum. Geroge sonunda “Yor fulish” dedi. Bu sözü Trump’un yolladığı mektuptan hatırlıyorum sanıyorum o mektupla ilgili bir şey söylemek istemişti, sanki anlamış gibi sırıtıp “Yeeees” diye kafamı salladım.
Nihayet iş soru faslına gelmişti; ilk soruyu bizim heyetten bir hanım kardeşimiz soracaktı öyle planlanmıştı, mizansen gereği Trump “Burada yandaş bir gazeteci var mı o sorsun” diyecek, büyüğümüz de o arkadaşı gösterecekti.
Hanım kardeşimiz soruyu sorunca Trump’u bir gülme krizi tuttu; basına da yansıyan “Yahu bunun gazeteci olduğuna emin misiniz; bu daha çok sizin sarayın servis elamanına benziyor” sözlerini söyledi. Hanım kardeşimiz “Başkan şaka yaptı galiba bana yürüyor” diye mutlu olup hülyalara daldı.
Bizden bir soru daha alınacaktı, ben hemen fırlayıp parmağımı kaldırdım bir yandan da Trump’un gözünün içine bakıyordum bu canhıraş tavrım belli ki ilgisini çekmiştim, parmağıyla beni işaret etti.




Ben elimdeki kâğıttan, büyük bir heyecan içinde bir çırpıda okudum, telaffuzumun mükemmel olduğuna hiç şüphem yoktu, Trump’a baktım, mutluydu baş parmağını yukarı doğru kaldırdı, sonra eliyle mükemmel işareti yaptı, alkışladı.
“Veri gut, fantastik” diye bağırdı, ben bile anlamıştım ne dediğini.
Sonra az önce soru soran hanım kardeşime beni işaret etti, halinden “Bak gördün mü soru böyle sorulur işte, öğren” dediği belliydi. Kendimle bir daha gurur duydum.
Lakin muhterem büyüğüm önce anlamsız bir şekilde dinledi, çevirmen çevirdikçe suratı yavaş yavaş düşmeye başladı.
Bu arada George elimdeki kâğıdı çekip;
“Situpit men dis iz may kuesçın” diye bağırdı.
“Dis iz yor kuesçın” diye başka bir kâğıt tutuşturdu.
Meğer o heyecan içinde yanlışlıkla onun önündeki kâğıdı alıp okumuşum, tam bir şey diyecekken bizim heyetten iki koruma beni derdest edip dışarı çıkardı.
Ne olduğunu neden sonra anladım, meğer Trump’a, sayın büyüğümüzün ve yakınlarının yurt dışındaki malları konusunda bir yaptırım uygulayacak mısın diye sormuşum.



O andan sonra ne büyüğümü ne de heyetten birini görebildim; uçağa da alınmadım.
Gazeteyi aradım, bizim müdürün gribi geçmiş ama domuzluğu devam ediyordu, kovulduğumu söyledi bir daha yüzümü görmek istemiyormuş.
Eğer dönersem, üye olmamakla beraber FETÖ ve PKK’ye destekten içeri alınacakmışım.
Paralar suyunu çekti, şu anda Beyazsaray yakınlarındaki bir parkta homleslerle birlikte kalı-yorum, akşamları sevabına çorba dağıtıyorlar, çok mağdurum.
Hata yaptım affımı talep ediyorum ben vallahi de billahi de çok iyi bir yandaşım, bir şans daha verin, isterseniz uçağa almayın razıyım, ama hiç olmazsa arada saray davetlerine katılayım o chia tohumlu smoothieyi tatmasam uzaktan dünya gözüyle bir göreyim, adını çok duydum ne mene şey öğreneyim…

Hüloğğğğğ…