DÖRDÜNCÜ MAYMUN

29 Aralık 2019 Pazar

İYİ HALLER OLSUN


“İyi haller olsun” ifadesinin çok derin anlamı vardır, o kadar derin o kadar derindir ki dibini göremediğiniz için ne olduğunu anlayamazsınız. Bunun bir başka şekli “İyi saate olsunlar” olarak söylenir, gene bir başka deyişle söylenişi “üç harfliler” şeklindedir. Bazı insanlar ecinni tayfasının adından doğrudan bahsedip onları çağırmaktan korktukları için dolambaçlı yoldan bu tür ifadeler kullanırlar.
“İyi haller olsun” ifadesi de gene bedensiz varlıklarla ilgili olduğu sanılan, nasıl olduğu bir türlü açıklamayan tuhaf şeylerle ilgili bir şeydir.
Zaten bu “şey” kelimesi de çok tuhaf bir şeydir.
Ney olduğu bir türlü ifade edilemez, insanlar kafalarında onun ney olduğunu bir türlü canlandıramazlar.
Kör insanların fili tarif etmesi gibi hepsi ayrı bir şey söyler; işte bu “şey”, böyle bir şeydir.
“Şey” aslında çok yararlı bir şeydir, tıpkı iskambildeki joker gibi; istediğiniz yerde istediğiniz herhangi bir şeyin yerine kullanabilirsiniz, zorda kaldığınızda imdadınıza yetişir ve sizi kurtarır.
Bir kişi hakkında görüşünüzü bildirmeniz istenirse “O çok şeydir canım” dersiniz.
İleride bunu aleyhinize kullanamazlar; diyelim ki o kişi çok başarılı oldu.
“Tamam işte şey derken bunu kastetmiştim, ne kadar büyük biri demek istemiştim” dersiniz.
Yok rezilin biri çıktığında da “Biliyordum onun ne olduğunu sinkaflı konuşup da ayıp etmemek için şey deyip geçiştirdim” diye sıyrılırsınız.



İşte bu “İyi haller olsun” sözü de böyle bir şeydir.
Misal, şeyin biri ayrıldığı karısını sürekli tehdit etti, karısı da gitti cumhuriyet şeyliğine başvu-rup şikâyette bulundu, koruma istedi cumhuriyet şeysi de adamı çağırdı;
“Bakın aile kutsaldır yok öyle boşanmak falan, hadi barışın bakalım” diye onları uzlaştırmaya çalışıp başından savdı, neticede savcıydı kelimenin anlamını biraz yanlış yorumlasa da gereğini yapmış oluyordu.
Derken o şey bu defa iyice dellenip karısını çocuklarının gözü önünde baltayla doğradı…
Bu defa şey dedektifleri şeyi yakalayıp yeniden şeycinin karşısına çıkarttılar.
Şeycinin canı sıkıldı “Sana uzlaş demedik mi, ne diye böyle şeyler yapıp bizi meşgul ediyorsun?” diye sitem etti ama gene de görevi gereği ifadesini alıp; ağır ceza şeyliğine tutuklama talebiyle havale etti.
Şey, takım elbisesini, giydi, kravatını taktı ve ağır ceza şeyinin karşısına çıktı.
Ağır ceza şeyinin zaten derdi başından aşkındı, meslektaşları olan diğer şeyler verdikleri kararlardan dolayı, sürülüyor, görevden alınıyor daha da korkuncu tutuklanıyorlardı.
Bu yüzden tepedeki şeylerin sevmediğini tahmin ettiği bir şeyi serbest bırakırsa başının derde girmesi muhtemeldi; o da bu tür şeylere ne olur ne olmaz diye hep tutuklama veriyordu.
Ama bu kez de tutuklaya tutuklaya ceza şeylerinde yer kalmamış, tıklım tıkış olmuştu.
Bu defa o zaman normal şeylere fazla tutuklama vermemesi gerektiğini düşündü, böylece bir ölçüde denge sağlanacaktı.
İşte karısını öldüren şey karşısına geldiğinde onu dikkatle süzdü.
Acaba bu normal bir şey miydi yoksa öteki şeylerden miydi?
Ağır ceza şeyi olmanın özelliklerinden biri de buydu tabii, şeyi görür görmez nasıl bir şey olduğunu anlaması gerekiyordu.
“Sen nasıl bir şeysin söyle, normal misin, öteki şeylerden misin bakayım?” diye sordu.
Şey en masum yüzünü takınıp saygı içinde eğildi.
“Ben vatanını ve milletini seven geleneklerine bağılı, aile birliğine inanan bir şeyim muhterem şey bey hazretleri” diye ifadesini verdi.
Şey rahatlamıştı, şeyin nasıl bir şey olduğu anlaşılmıştı, üstelik kravatı da çok şıktı.
“Piyer Karden mi o?”
“Hayır muhterem şey bey hazretleri Vakko, ben yerli ve milli bir şeyim.”
“Oh pek güzel… Peki şey ettiğin için pişman mısın?”
“Siz nasıl münasip görürseniz öyle bir şeyim.”
“Tamam pişmansın, yaz kızım, karar; şeye soruldu pişman olduğunu söyledi, üstelik kravat da takıyordu, hali pek iyi göründü; şimdilik açık şey evinde biraz kafasını dinlesin sonra gereğine bakılır… Ülkemiz de inşallah hep böyle senin gibi iyi hallerde şey olur.”

YANDAŞ GAZETECİNİN ABD İZLENİMLERİ


“Sakın ola gelmeye kalkmasın gazeteyi temsilen dili dışarıda gezen yalaka o herifi yollasın” diye beni tarif etmiş. Müdürüm de çaresiz gitmemi söyledi, içinden büyük bir kıskançlık içinde yedi ceddime sövdüğünü hissediyordum ama neticede bu işler böyledir, herkesin bir zamanı vardır. Dönüşümümde kendimi genel yayın müdürlüğü koltuğunda olduğumu düşündüm. Onun dönemi bitmişti artık. Bizimkine domuzluk bulaştığından bir daha orada olması söz konusu olamazdı. Oturup testosteronunun ne kadar yüksek olduğunu anlatan yazılar yazabilirdi artık.
Uçağa bindiğimde bütün yandaş ve candaş meslektaşlarıma kucaklaştım. Kır saçlı meslek büyüğüm “Ulan sen de mi buradasın kerata?” diye yanağımdan makas aldı, bu davranışta biraz kafa bulma sezinlesem de üzerinde durmadım.
Muhterem büyüğümüz bizi etrafına toparlayıp fotoğraf çektirdi, yapılacak gezinin detayları hakkında bilgiler verdi.
Efendim söylediğine göre ABD başkanın uçağı olan Air Force One’a da zaman zaman böyle gazeteciler alınırmış. Ancak oradaki kurallara göre gazeteciler uçuş parasını cebinden öderlermiş.
Muhterem büyüğümüz “Bizim de Amerika’dan farkımızın olmaması gerek bundan sonra bu-rada da böyle, zaten paraya da ihtiyacımız var sürekli fiyat ayarlamaları yapıp yeni vergiler icat ediyoruz. Artık uçağa binenden de binmeyenden de para alacağız. Hadi bakalım pamuk eller cebe” dedi ve damadı maliye bakanına bize uçak bileti satması için talimat verdi. Bir anda göğsümün sıkıştığını hissettim zangır zangır titriyordum, yanımdaki üç kuruşu orada hanımın verdiği siparişler için harcayacaktım. Sağ yanımdaki kır saçlı ağabeyimin suratı yemyeşil olup yamulmuştu belli ki inme gelmişti, sol tarafımdaki badem bıyıklı ise tamamen kaykılmış, sırt üstü yatıyordu, dış işleri bakanımız suni teneffüse başlamıştı.
Muhterem büyüğümüz “Şaka lan şaka, para isteyen falan yok, hemen de yediniz, sazan gibi atladınız, hadi gene iyisiniz gezi beleş” diye gülmeye başladı, biraz rahatlamıştım.
Ama inme inen kır saçlı ağabeyin inmesi bir daha çıkmadı tabii. Ömrü, zaten yamuk olan tipi daha da yamulmuş halde devam edecekti.
Beyazsaray’a vasıl olduğumuzda bizi bir odaya aldılar, heyetteki elemanlar bizlere muhterem beyefendiye ve Trump’a soracağımız soruları dağıttılar.
Elimdeki soru İngilizce olduğu için ezberlemem şarttı, içeriğini bilmiyordum doğrusu sormak da aklıma gelmedi heyecandan. Lisedeki derslerden bu dile biraz kulak aşinalığım vardı.  “Mistır ent misis bıravn go tu dı sisayt” cümlesi hâlâ kulağımdadır. Tabii burada telaffuz çok önemlidir, yanlış bir tonlama kötü sonuçlara yol açabilir akım derken lokum anlaşılabilir ve diplomatik bir krize neden olabilirdiniz. Heyetteki arkadaşların İngilizcesi benden biraz hallice olduklarından onlardan bir hayır yoktu onlardan yardım isteyemezdim; bir tek kır saçlı ağabeyimizin pratiği iyiydi, aslında soruyu da o soracakmış. Ama o da uçaktaki şakadan sonra felç geçirince ne dediği anlaşılmaz olmuş “Ebep tübep” diye garip sesler çıkartmaya başlamıştı.  Bu yüzden orada bulunan bir Amerikalı gazeteci meslektaşım Gerorge’den yardım istedim; ona vücut diliyle hangi kelimeyi nasıl vurgulayacağımı ifade ettim o da söyledi sağ olsun. Ben de toplantı boyunca onun peşinden ayrılmaya karar verdim nereye gitse kuyruk gibi peşindeydim. Tavrımı yanlış anlayıp biraz ters baktığını hissetsem de yüzsüzlüğe vurup üzerinde durmadım.
Toplantı başladı, muhterem büyüğüm ile Trump çıkıp konuşmaya başladılar; ne dediklerine konsantre olamıyordum çünkü o sırada Trump’a soracağım soruyu ezberlemeye çalışıyordum, arada bir George’yi dürtüp kelimenin telaffuzunu kontrol ettiriyorum. Geroge sonunda “Yor fulish” dedi. Bu sözü Trump’un yolladığı mektuptan hatırlıyorum sanıyorum o mektupla ilgili bir şey söylemek istemişti, sanki anlamış gibi sırıtıp “Yeeees” diye kafamı salladım.
Nihayet iş soru faslına gelmişti; ilk soruyu bizim heyetten bir hanım kardeşimiz soracaktı öyle planlanmıştı, mizansen gereği Trump “Burada yandaş bir gazeteci var mı o sorsun” diyecek, büyüğümüz de o arkadaşı gösterecekti.
Hanım kardeşimiz soruyu sorunca Trump’u bir gülme krizi tuttu; basına da yansıyan “Yahu bunun gazeteci olduğuna emin misiniz; bu daha çok sizin sarayın servis elamanına benziyor” sözlerini söyledi. Hanım kardeşimiz “Başkan şaka yaptı galiba bana yürüyor” diye mutlu olup hülyalara daldı.
Bizden bir soru daha alınacaktı, ben hemen fırlayıp parmağımı kaldırdım bir yandan da Trump’un gözünün içine bakıyordum bu canhıraş tavrım belli ki ilgisini çekmiştim, parmağıyla beni işaret etti.




Ben elimdeki kâğıttan, büyük bir heyecan içinde bir çırpıda okudum, telaffuzumun mükemmel olduğuna hiç şüphem yoktu, Trump’a baktım, mutluydu baş parmağını yukarı doğru kaldırdı, sonra eliyle mükemmel işareti yaptı, alkışladı.
“Veri gut, fantastik” diye bağırdı, ben bile anlamıştım ne dediğini.
Sonra az önce soru soran hanım kardeşime beni işaret etti, halinden “Bak gördün mü soru böyle sorulur işte, öğren” dediği belliydi. Kendimle bir daha gurur duydum.
Lakin muhterem büyüğüm önce anlamsız bir şekilde dinledi, çevirmen çevirdikçe suratı yavaş yavaş düşmeye başladı.
Bu arada George elimdeki kâğıdı çekip;
“Situpit men dis iz may kuesçın” diye bağırdı.
“Dis iz yor kuesçın” diye başka bir kâğıt tutuşturdu.
Meğer o heyecan içinde yanlışlıkla onun önündeki kâğıdı alıp okumuşum, tam bir şey diyecekken bizim heyetten iki koruma beni derdest edip dışarı çıkardı.
Ne olduğunu neden sonra anladım, meğer Trump’a, sayın büyüğümüzün ve yakınlarının yurt dışındaki malları konusunda bir yaptırım uygulayacak mısın diye sormuşum.



O andan sonra ne büyüğümü ne de heyetten birini görebildim; uçağa da alınmadım.
Gazeteyi aradım, bizim müdürün gribi geçmiş ama domuzluğu devam ediyordu, kovulduğumu söyledi bir daha yüzümü görmek istemiyormuş.
Eğer dönersem, üye olmamakla beraber FETÖ ve PKK’ye destekten içeri alınacakmışım.
Paralar suyunu çekti, şu anda Beyazsaray yakınlarındaki bir parkta homleslerle birlikte kalı-yorum, akşamları sevabına çorba dağıtıyorlar, çok mağdurum.
Hata yaptım affımı talep ediyorum ben vallahi de billahi de çok iyi bir yandaşım, bir şans daha verin, isterseniz uçağa almayın razıyım, ama hiç olmazsa arada saray davetlerine katılayım o chia tohumlu smoothieyi tatmasam uzaktan dünya gözüyle bir göreyim, adını çok duydum ne mene şey öğreneyim…

Hüloğğğğğ…

27 Eylül 2019 Cuma

DEPREM TOPMANMA ALANI GEZİSİ



Her yer zangır zangır sallanmaya başlayınca sevinçle fırlayıp seslendim;
“Oldu oldu, nihayet oldu…”
Hanım, çocuklar, kayınvalide koşarak geldiler, mutluluk içinde birbirimize sarıldık.
Bunca zamandır “Deprem şimdi oldu, şimdi olacak” gerginliği nihayet son bulmuştu, hep birlikte bir “Ohh” çektik.
Ayrıca önümüzdeki günlerin gündemini oluşturacak nurtopu gibi bir konumuz olmuştu.
Ekonomi-mekonomi, Suriye-mururiye, Irak-mırak, güvenli bölge-güvensiz-bölge, S 400, F-35 gibi sorunlar gündemin alt sıralarına inebilecekti.
Televizyonu açtım Hatipoğlu depremden korunma duaları hakkında ilmi bilgiler veriyordu. Her zamanki gibi gözlerinin içi gülüyordu, belli ki yeni sezon için bir seri program anlaşması imzalamıştı, ramazandan sonra ekstra iş çıkmıştı arkadaşa.
Geçen depremden beri dolapta sakladığım deprem çantasını çıkartıp kontrol ettim.
El feneri, battaniye, ıslak mendil, pet şişede su, ilkyardım seti, konserve, birkaç kutu pötibör (bayatlamış olabilirler acilen değiştirmek gerek), İsviçre çakısı ve düdük.
Deprem bilincine sahip her örnek vatandaş gibi depreme hazırlıklı olmak konusunda üstüme düşeni fazlasıyla yerine getirmiştim.

Tabii böyle bir durumda evde kalmak olmazdı, ivedilikle deprem toplanma alanlarına ulaşmak için yola düşmek gerekti, aile bireylerine talimatı verdim.
“İstikamet deprem toplanma alanları, marş marş.”
Hemen eşin dostun durumunu öğrenmek için ulaşamayacağımı bile bile telefonu tuşladım nitekim haklı çıktım bütün telefonlar kaput haldeydi. GSM şirketlerinin yabancılara satıldığından oluyor bunlar türünden komplo teorilerini kafama takmadım tabii.
Yola revan olduk, ama kız elindeki akıllısıyla şakır şakır bir şeyler yazıyordu sürekli.
Yeni neslin telefon kullanmaktaki beceresine hayran olmamak elde değil, eskilerin on parmak daktilo yazanlarından çok daha hızlı üstelik sadece iki başparmakla haberleşiyorlar.
“Senin telefon çalışıyor mu?” dedim
Onunki de çalışmıyormuş ama onlar akıllı telefonların akıllı programları üzerinden hallediyorlarmış işlerini.
En yakın toplanma alanına ulaşmak için ilerliyorduk; toplanma alanının adresin bir ara ezberlemiştim ama geçen zaman içinde unutmuşum. Gene de içgüdülerim sayesinde alana ulaştık.
Epey bir değişmiş sanki, üç büyük kulenin arasında görkemli bir yapı.
Döner kapıdan içeri girdik, deprem çantamı X-Rey cihazına bıraktım, telefonumu ve cebimdeki madeni ıvır zıvırı plastik kutuya koyup geçtim, aile bireyleri de peşimden geldiler.
Kapıdaki güvenlik kibar bir şekilde “Hoş geldiniz” dedi.
“Çok gelen oldu mu?” diye sordum.
“Olmaz mı, depremin daha ikinci dakikasında dolmaya başladı.”
Gerçekten de içerisi epey bir kalabalıktı, depremden korunmak isteyenler yoğun bir trafik oluşturmuşlardı bu AVM’nin pardon deprem toplanma alanının içinde.
Doğrusu vizyon sahibi hükümetimizi kutlamamak elde değil, gerçekten de halk için her şey düşünülmüştü. Öncelikle her türlü ihtiyaçlarını karşılamaları için giyim kuşamdan, parfümeriye kadar birçok mağaza vardı isteyen istediğini alıyordu hepsinde de kampanya yapmışlardı. Kredi kartına peşin fiyata bilmem kaç taksit yapıyorlardı helal olsun.
Kız telefondan başını kaldırdı, gelen mesaj onu dehşete düşürmüştü kıskanç bir şekilde;
“Yavv babaa Burcııların deprem alanında diskooo varmııış inanmıyorum” diye haykırdı.
“Bulduğunla yetin, buna da şükret, tevekkül et, bunu da bulamayanlar var” diye azarladım.

Üst kata çıktığımızda depremzedeler için yemek servisi vardı. Hamburgerci, pizzacı gibi dünyaca meşhur markaların stantları sıralanmıştı, sıraya girip istediğiniz menüyü alabiliyordunuz. İki buçuk lira fark ödeyip büyük seçim isteyebiliyordunuz o zaman patatesiniz ve kolanız büyük geliyor. Ben hizmet diye buna derim işte.
Oğlan sinema katını görünce pek mutlu oldu; depremzedeler sıkılmasınlar diye 10 ayrı salonda film gösterileri vardı. Hatta tesadüf filmlerden birinin konusu depremle alakalıydı. Aslında orada da mısır ve kola promosyonu varmış ama yapımcılar itiraz edince kaldırmışlar mecburen. Olsun buna da şükür.
Birileri konuşurlarken duydum; falanca yere inşa edilen deprem alanı bunun iki katıymış, keşke oraya gitselermiş. Bu insanlara da hiç yaranılmaz zaten, kime konuşuyoruz şükredeceksiniz şükür.
Dükkân sahiplerinden biri elleri havada sürekli dua edip duruyordu, memnun oldum,
Önce Hatipoğlu’ndan öğrendiği depremden korunma duasını ettiğini sandım, değilmiş.
“Kaç zamandır işler kesat gidiyordu, sinek avlıyorduk iyi ki bu deprem oldu işler açıldı, Allah’ım depremini bizlerden esirgeme, amin…” diye mırıldanıp ellerini yüzüne sürüyordu.

Sürekli anons yapılıyordu “Deprem alanımız sabaha kadar açıktır 7/24 hizmetinizdeyiz” diye.
Dükkanlardan biri “Uyku tulumu ve çekyat kiralanır” diye bir ilan asmış, işte krizi fırsata çevirmek budur işte girişimcilik budur.

Doğrusu burada uzun süre yaşanır, ben de bu deprem toplanma alanlarını bizlere sunanlarla ve onların yedi sülalesine en içten duygularımla saygılarımı, sevgilerimi ve hayır dualarımı sıralıyorum.

20 Temmuz 2019 Cumartesi

BİR REKLAM FİLMİ ÖYKÜSÜ






İki sağırın fıkrası çeşitli zamanlarda çeşitli konumlara uyarlanmıştır.

İki sağır karşılaşırlar;
-Kahveye mi gidiyorsun?
-Hayır kahveye gidiyorum.
-Ha ben de seni kahveye gidiyorsun sanmıştım.

Bu şaka politik arenada da kullanılmıştır; dönemin iki ağır işiten iki ismi İsmet İnönü ve Recep Peker karşılaşırlar.

-Hayrola partiye mi gidiyorsun?
-Hayır paşam partiye gidiyorum.
-Ha ben de seni partiye gidiyorsun sanmıştım.



70’li yıllar televizyonun emekleme dönemi, TRT yeni yeni reklam almaya başlamış. 
Bu fıkradan esinlenerek bir reklam filmi tasarlanıyor.
Müşteri Türk Ticaret Bankası. İki ihtiyar yolda karşılaşır.

-Hayrola Türk Ticaret Bankası’na mı gidiyorsun?
-Hayır Türk Ticaret Bankası’na gidiyorum.
-Ha ben de seni Türk Ticaret Bankası’na gidiyorum sanmıştım.

Müşteri senaryoyu beğenir; Yeşilçam’ın unutulmaz yaşlılarından Faik Coşkun ve Kamer Sadık ihtiyarları oynar, dublajını da Sadettin Erbil ve Zafer Önen yapar.
Ancak bankanın reklam müdürü iki gün sonra dönüş yapar.
Yönetim kurulu toplanmış ve sağır esprisinin zülfüyare dokunacağı düşünülmüş ki İsmet Paşa hayatta ve faal durumdadır. 
Yani her dönem var olacak “Aman bir tatsızlık çıkmasın neme lazım” korkusu gene otosansürü getirmiştir.
Bu yüzden reklamdan vazgeçilmiştir.

Çekilen film elde kalmıştır, dönemin koşullarıyla epey büyük bir zarardır. Şimdiki gibi dijital sistem yok; negatif film, pozitif film, laboratuvar derken masraf artıyor.

Reklam firması bir yol bulur filmi bu kez Akbank’a önerir.
Akbank kabul eder; ancak ortada teknik bir sorun vardır.
Dublajda senkron tutmamaktadır.

-Hayrola Akbank’a mı gidiyorsun?
-Hayır Akbank'a gidiyorum.
-Haa ben de seni Akbank’a gidiyorsun sanmıştım,
diyaloğu çekilen filme göre kısa kalmaktadır.

Türk Ticaret Bankası Akbank’a göre daha uzundur. Bu yüzden diyaloglara ilave yapılır.
İhtiyarlar birbirlerine bankanın adından önce isimleriyle hitap ederler.

Son film şu hale gelir.

-Hayrola Hüsamettin Beyciğim Akbank’a mı gidiyorsun?
-Hayııır Turgutcuğum Akbank’a gidiyorum.
-Haaa ben de seni Akbank’a gidiyorsun sanmıştım…

Reklam inanılmaz bir ilgi görecek ve çok uzun yıllar hep konuşulacaktır…Yaşı uygun olanlar hemen anımsamıştır.

Filmin gösterişinin hemen sonrasında diğer bankanın reklam müdürü, reklam şirketini arar.

-Bize hazırladığınız filmi başka bankaya vermişsiniz, bunda da yüzde yüz haklısınız. Ama bizimle alay eder gibi oyunculardan birine genel müdürümüz Hüsamettin Bey’in adını vermenizi size hiç yakıştıramadık.

(Kaynak: Yüksel Ünsal- Bilimsel Reklam ve pazarlamadaki yeri)
                                                                                                               Atay Sözer





28 Mayıs 2019 Salı

SÜLÜK





Bunca zaman bir sülük olarak yaşamanın verdiği burukluk nihayet sona erdi; biz sülükler hiçbir dönem onurlandırılmadığımız kadar onurlandırıldık bu yüzden pek muhterem büyüklerimize şükranlarımızı sunarız.
Bir insanın etine yapışıp onun kanını içerek semirmek pek çok kişiye ters gelebilir belki ama neticede bizim doğamızda var bu. Akrebin sokması, eşeğin anırması, köpeğin havlaması gibi.
Akrebe “neden sokuyorsun?”, eşeğe “neden anırıyorsun?”, köpeğe “neden havlıyorsun?” diyemeyeceğinize göre bize de “niye kan emiyorsun?” diye sorulması çok abes doğrusu.
Ama gene de insanların kendilerini sömüren kişilere “Sülük gibisin” demesi pek ağırımıza gidiyordu. Neyse ki bu dönem bitti artık.
Bir sülük arkadaşım müjdeyi verdi;
“Artık her şey çok güzel olacak” diye.
“Aman” dedim “Böyle siyasi söylemlerde bulunma yoksa sülüklüğümüze bakmadan atarlar içeri…”
Neyse ki siyasi olarak değil gerçekten içinden geldiği gibi söylemiş, gerçekten de haberler çok iyi.
Devletimiz artık sülük tedavisini bilimsel bir yöntem olarak kabul etmiş.
Yakında üniversitelerde sülükoloji kürsüleri açılır mutlaka.
Hastaneler sülük ve hacamat kabı alımı için ihaleler açmaya başlamış.
Pek mutlu oldum, hemen başvurmak için koştum.
Ama öyle bir kuyruk var ki sormayın, bildiğim bütün sülükler orada.
Bunca yıl sırtına yapıştığım işçilerle, memurlarla, emeklilerle birlikte maaş kuyruklarında çok beklediğim için deneyimliyim vız gelir tırıs gider böyle kuyruklar.
“Kaç sülük alacaklarmış? diye sordum
Tam bir sayı belli olmasa bile, yurdumuzun dört bir yanındaki ihtiyacın karşılanacağı düşünülürse girme şansımız kuvvetli olsa gerek.
“Hiç ona güvenme” dedi yaşlı sülük “Mülakatı geçemezsen allameyi sülük olsan bir yere giremezsin…”
 Kalbim küt küt atıyordu, mülakatta ne soracaklardı acaba?
Epey bir bekledikten sonra içeri girdim, birbirlerine çok benzeyen badem bıyıklı, kareli ceketli, kravatları yamuk bağlanmış üç kişi masada oturuyorlardı, tıpkı biz sülükler gibi onları da ayırmak zordu. Benzer yönümüz çok olduğu için bu benim için geçerli değildi tabii…
Türbanlı bir hanım not alıyordu söylenenleri.
Mülakat başkanı olduğunu tahmin ettiğim kişi eliyle oturmamı işaret etti.
Ben hemen hazırlamış olduğum CV’mi önlerine bıraktım.
Bunca yıl emdiğim kanları bir bir yazmıştım, bakmadılar bile…
“Bugüne kadar yaptıkların umurumuzda değil önemli olan bundan sonrası, yani emdiklerin emeceklerinin teminatı olamaz burada.”
Başkan olan hemen sordu;
“Seçimler neden iptal edildi?”
Kör kendinden bilirmiş, derler ben de adamın ciğerini okuduğumdan ne tür yanıtlardan hoşlanacağını anlamıştım, hemen yapıştırdım yanıtı.
“Çok basit çünkü çaldılar.”
Memnun olmuşlardı, sırıttılar…
Bu kez yanındaki sordu;
“15 Temmuz sence nedir?”
“En büyük bayram bu bayram herkese kutlu olsun.”
Sorular peş peşe geliyordu.
“Sülüklüğün ilk kuralı?”
“Yapıştın mı bırakma…”
“Sülüğün ortalama kan emiş süresi?”
“İliğini kemiğini kurutana kadar.”
“Bir işçi, bir gazeteci, bir profesör, bir imam, bir öğrenci, bir politikacı, bir iş insanı var önce hangisine yapışıp kanını emersin?”
“Pek muhterem büyüğüm hangisini emir buyurursa o.”
“Kendinizi 10 sene sonra nerede görüyorsunuz?”
“Nerede bıraktıysanız orada, yapıştım mı emerim, milim ilerlersem şerefsizim.”
Memnun ifadeyle başlarını salladılar.
“Son bir soru daha” dedi başkan, “Her şey güzel olacak mı?”
Belli ki tuzak soruydu yemedim tabii…
“Ne güzeli yahu bir bok olacağı yok.”
Hepsi alkışlamaya başladı, beni tebrik ettiler mülakatta en yüksek puanı almıştım,
Artık kadrolu bir sülüktüm tayinimi saraya çıkarttılar. Yolunuz düşerse beklerim.

22 Mart 2019 Cuma

Mart Gündemi







SEÇMENLERİN İSTİLASI

Gogol “Ölü Canlar” romanında ölmüş insanları yaşıyormuş gibi göstererek onlar üzerinden rant sağlamaya çalışan bir kişinin hikayesini anlatır.
Yakın tarihimizde de benzeri görülmemiş ve herhalde detayları bilinmediğinden pek ortaya çıkmamış bir dolandırıcılık olayı vardır.
Kim olduğu belli olmayan bir kişi Savunma Bakanlığı bünyesinde hayali bir daire oluşturuyor; resmi adresi var ama aslında öyle bir yer yok. Bu dairesin personeli var, personelin nüfus kayıtları var, sigorta sicil numaraları var, bordroları var ama sadece kâğıt üzerinde onlar da daire gibi tamamen hayali oluşturulmuş. Vatandaş, üç ay boyunca personelin maaşlarını topluyor. Kimsenin aklına “Bu daire neyin nesi?” demek gelmiyor. Bu işi yapan nitelikli dolandırıcının kim olduğu, nasıl böyle bir tezgâhı kurduğu hiç anlaşılmıyor. Sanki metafizik bir “Gizemli olaylar” filmi gibi bir köşede kalıyor.
Ama bugünlerde yaşadıklarımız bu olayları fersah fersah aşmakta…
***
Meclise getirilen ruh sağlığı yasası gerçekten çok iyi oldu. Vatandaşın gerçekten de en gereksinim duyduğu bir yasaydı umarım bir an önce geçer. Vatandaşla beraber büyüklerimiz de faydalanmış olurlar belki.
Çünkü seçmen kütüklerinin belirlendiği bu günlerde yaşadıklarım beni ciddi biçimde endişelendirmektedir; gerçek mi sanrı mı bilemediğim durumlar içindeyim. Akıl sağlığım gitti gidecek.

Gece yarısı su içmek için uyandım, baktım mutfağın ışığı yanıyor, birileri de yüksek sesle konuşuyor.
“Eyvah hırsız girdi” diye süpürgeyi kapıp oraya yöneldim
Üç kadın, iki adam beş çocuk oturmuş kahvaltı ediyorlar…
“Kimsiniz siz, ne işiniz var evinde?” diye haykırdım…
Hiç istiflerini bozmadan;
“E burası bizim de evimiz, inanmıyorsan al bak” diye önüme hanelere göre belirlenmiş seçmen listesini koydu.
Dehşet içinde kalmıştım; gerçekten de benim hanemde 45 kişi daha gözüküyordu.
“Galiba bir rüyanın içindeyim” diye düşündüm.
Bu arada gelen bir badem bıyıklı biri buzdolabını açıp baktı…
“Abi kola yok mu kola?” diye sordu.
“Yok kola mola…” diye tersledim.
“Al ama birkaç kasa, seçimlere kadar buradayız içerisi de kalabalık…”
Demek içeride de vardı devamı, hemen salona geçtim; tıklım tıkıştı oturacak yer yoktu bir kısmı yerlerde oturuyordu; bir kısmı televizyonda Palu Ailesi’nin yeni maceralarını izliyor, yaşlı bir teyze dolma sarıyordu; çekirdek çitleyenlerin oluşturdukları çekirdek kabuklarının oluşturduğu öbeklerin arasından güçlükle yürüdüm.
Masaya oturmuş bir dörtlü okey oynamakta her dört kişinin her iki yanında ikişer yancıdan toplam on iki kişiydiler.
Yanlarına gidip “Bu ne rezillik!” diye haykırdım…
“Haklısın birader” dedi biri “Çift okeye tek bekliyorum, kaç eldir gelmiyor şerefsiz…”

Bu kabustan uyanmak için “İmdaaat” diye dışarı fırladım…
Aynı anda karşı komşum da aynı şekilde fırlamıştı, kapının önünde çarpıştık.
“Sizde de mi varlar onlardan?” diye dehşet içinde baktı…
“Sizde kaç kişiler?”
“Bizde 50 kişi… Hepsi de imzalı mühürlü, resmi… Evin içinde adım atılacak yer yok… Şimdi bacanak aradı onlarda 80 kişi varmış… Bunlar gene iyiymiş bazı yerlerde bir dairede 400 kişiye kadar çıkıyormuş. Her yerdeler, her köşeden bir seçmen çıkıyor… Hayali seçmenlerin istilası altındayız; uzaylılar istila etse bu kadar şaşırmazdım… İnşallah rüyadır…”
Üst kattaki komşu dehşet içinde seslendi…
“Biliyor musunuz büyük büyük büyük dedem geldi az önce, öldü biliyordum meğer ölmemiş…”
“Nasıl ölmemiş?”
“Bilmiyorum, kapı çaldı ben senin büyük büyük büyük dedenim, öpsene elimi hergele diye elini de öptürdü, geçti içeri başköşeye çöreklendi… Hakkaten dedemmiş, seçmen listesinde adı var gözlerimle gördüm, ölmemiş, domuz gibi maşallah. Çok şaşırdım, tuhaf duygular içindeyim. Bunca yıl sonra bir dedem oldu… Şimdi içeride kahvesini höpürdetiyor… Gideyim de biraz daha hasret gidereyim bari… Abdülhamit’le nasıl karşılaştığını anlatacaktı hiç olmazsa Tv dizisindeki olayları ilk ağızdan dinlerim… ”

Sokağa fırladım; her tarafta deli danalar gibi koşturan insanlar…
Bütün evlerin nüfusu artmış halde, herkes ne yapacağını şaşırmış durumda…

Bu yüzden şu ruh sağlığı yasasının ivedilikle çıkması gerek yoksa seçime kadar dayanamayacağız…


KUYRUKTA



Absürt bir filmin içinde gibiyim gene…
Sabah sokağa çıktığımda bir kuyruk çıktı karşıma ucu görünmüyor, hemen sordum kuyruğun sonundakine;
“Bu varlık kuyruğu mu, yokluk kuyruğu mu?” diye.
O da bilmiyormuş, kuyruk görünce takılmış.
Ben de takıldım kuyruğa, artık ne çıkarsa bahtıma.
Tanzim Satış yerlerindeki kuyruklar seçim atmosferiyle beraber artmaya başladı…
Aynı anda benim ardıma da üç kişi takıldı.
Yaşlı teyze söylenip duruyor;
“Allah cezalarını versin bunların, çoluk çocuk aç kaldık, bir kuru soğana muhtaç olduk, gözlerine dizlerine dursun, gene kuyruklar başladı işte, hepsi kahrolsun…”
“Aman teyzem yavaş, öyle kahrolsun falan deme gelip götürürler yoksa.”
“Götürsünler hiç olmazsa götürdükleri yerde bir tas çorba verirler, bu ne rezillik, bu ne kepazelik, şu seçimler olsa da hepsi çekip gitse başımızdan…”
“Oyunu kime vereceksin peki?”
“Ne demek kime, tabii ki reise, başka adam mı var ortada?”
“E peki çekip gitsin dediğin kim o vakit?”
“Kılıştar… Bi de Cehape… Çünkü Cehape demek açlık demekmiş kıtlık demekmiş, reis öyle diyor…”
“Peki hükümette kim var şimdi?”
“Dedik ya evladım sen de pek kalın kafalıymışsın, tabii ki Cehahpe…”
Teyzeyle bu konuyu tartışmanın beyhude olduğunu bildiğim için yanıt vermedim kafamı çevirdim, önümdeki vatandaşa dert yandım…
“Bu kafayla bir cacık olmaz bizden, hâlâ reis diyor…”
“Haklısınız reis ne diyor ona bakmak gerek.”
“Ne diyor?”
“Yatay mimari diyor… Diktiler o fallik gökdelenleri güzelim şehrin görüntüsü değişti… Sonra her yerde çürük kaçak yapılar, bir de imar affı çıkartıp yasal hale getirdiler. Sanki affedince çürük bina sağlam hale gelecek. Al işte hepsi teker teker göçüyor… Ulan bu Cehapenin yatacak yeri yok…”
Onun önündeki destek verdi;
“Ama şimdi hepsini yıkıp yeniden yapacaklarmış; tabii çünkü yeni bina yapılacak yer kalmadı, müteahhitler zor durumda kaldı o yüzden hepsini yıkıp sıfırdan yapacaklar. Hani çocuklar iskambil kartından evler yaparlar sonra onları yıkıp tekrar yaparlar ya; bu da aynen öyle…”
Onun önündeki tamamladı “Tarihi eserleri de yıkıp yeniden yapacaklarmış isabet olur, misal Süleymaniye’yi yeniden yaparken altına otopark yapılsa hoş olmaz mı, üstelik müşteri garantisi de koyarlarsa süper olur; kılmadığı namaz için para vermiş olmamak için bu kez gelip namazını da kılar hiç olmazsa. Ayasofya’yı yeniden yaparken de içine bir AVM pek yakışır. O yüzden reisin acilen başımıza geçmesi gerek… Bu Cehapeyle olmuyor.”
Sıra çok ağır ilerliyordu…
“Çok çeşit var galiba” dedim.
Önce patlıcan, patates, soğan, domates olarak başlamış; sonra baklagiller ve süt ürünleri eklenmiş en son da temizlik ürünleri gelmiş…
“Çay da var mı acaba?” diye sordum.
Çay yokmuş onu bizzat reis dağıtıyormuş, “Reisi nerede bulacağım?” diye sormayın, o illa ki sizi buluyor, nasıl olsa; hangi köşeyi dönseniz karşınıza çıkıyor.
Yanımdan tinerci çocuklar geçti, ellerinde beşer onar alışveriş torbaları;
“Hayrola?” dedim…
“Abi az önce otobüsün üzerindeki uzun boylu adam fırlatıp duruyordu, bir poşet çayla bu torbaları attı; biz hemen kaptık tabii…”
“Ne yapacaksınız onları?”
“Abi torbalar kenevirden, işlemden geçirip kafa bulacağız…”
Gerçekten de birileri iyi kafa buluyordu…
Sırayla birlikte ilerliyorum; baktım bir büfe, demek kuyrukta acıkanlar için böyle bir hizmet de düşünülmüş.
Tost makinasının başında temiz yüzlü, kepçe kulaklı şirin bir delikanlı; sürekli tost yapıp duruyor pek yabancı gelmedi biraz düşününce buldum yahu bu bizim baro başkanı.
“Hayrola başkan ne iş?” diye sordum.
“Her an baro başkanlığından ayağımı kaydırabilirler, kafama tuğla düştükten sonra bana pek güvenleri kalmadı o yüzden yedek iş olarak tostçuluk yapmaya başladım…”
“Nasıl gidiyor peki satışlar?”
“Çok iyi satıyoruz, biliyorsunuz, malzeme kalmasa iyi tostçusun demektir… Satışımız süper.”
“Yap o zaman bana bir çift kaşarlı tost…”
“Valla kaşar kalmadı, bütün kaşarları DSP’den istediler oraya yolladım…”
Hava kararıyordu kuyruk iyice yaklaşmıştı ama ortada tezgâh mezgah yoktu, sadece koca bir çöp konteyneri duruyordu. Millet içini karıştırıp bulduklarını kenevir torbasına dolduruyordu.
Başına bir de zabıta dikmişlerdi, milleti uyarıyordu.
“Üç parçadan fazla almak yok, sırada bu kadar insan var, saygılı olun…”
Bunca saattir beklediğim kuyruk meğer çöp konteyneri kuyruğuymuş; eh buraya kadar gelmişken bekleyeyim dedim, çok şanslıymışım çöplerin en dibinde herkesin gözünden kaçmış bir patlıcan buldum, bir ezik domatesi de hemen kaptım üçüncü hakkım olan parçayı aramaya başladım, arkadan uyarıyorlardı;
“Biraz çabuk ol akşam yemeğine yetişeceğiz” diye
Telaşla rastgele bir şey kaptım, boş bir kola şişesiydi;
Zabıta kızdı “Seçmece yok dokunduğunu almak zorundasın…”
Evime mutlu bir şekilde dönerken kafamda çılgın bir soru vardı…
“Ben bu şişeyi ne yapacaktım?”