DÖRDÜNCÜ MAYMUN

28 Mart 2012 Çarşamba

PRIMUM NON NOCERE*


                                     *Önce Zarar Verme

Yeni alışveriş merkezinin açılışı pek heybetli oldu; burası sıradan bir AVM değildi, belki de dünyada ilk kez belli bir konuda uzman olan bir AVM açılıyordu. Burada her şey sağlık üstüneydi. Evet burası bir hastane değildi, buraya hastane demek gerçekten çok ayıp olurdu; büyük hastane, süper hastane, mega hastane, süper hiper mega hastane demek de tam olarak karşılamazdı burasını. Görüldüğü gibi buraya söylenecek söz bulunamıyordu, sözlüklerdeki hiçbir sözcük bu muhteşem eseri karşılayamıyordu.
Açılışı bizzat beyefendi yaptı; bütün doktorları, hemşireleri, laborantları, teknisyenleri, hastabakıcıları karşısına toplayıp parmağını sallayarak düsturunu çekti.
“Buraya gelenler sizin müşterinizdir, müşteri memnuniyeti de her şeyden önce gelir…”
Yani doktorlar bundan sonra kendilerine gelenlere “hasta” değil “müşteri” diyeceklerdi. Dolayısıyla doktorlar da “doktor” değil “esnaf” olacaklardı; artık her şey değişiyordu, değişime herkes ayak uydurmak zorundaydı…
Bu heybetli yapıyı dolaşmaya başladım, burada yok, yoktu. Lokantalar, hamburgerciler, pizzacılar, mağazalar buraya gelen hastaların hizmetine sunulmuştu; hatta vakit geçirmek için sinema salonları bile mevcuttu, ünlü klasik Doktor Jivago oynuyordu. Dr Renault de Paris, Dr Oetker gibi dünyaca ünlü doktorların şubeleri açılmıştı. Elbette bu doktorlar yeni açılan bir hastanede olmayacaktı da nerede olacaktı? Başka ithal doktorlar da vardı, Fransız, İngiliz, Japon, Rus, Endonezyalı, Rodezyalı, hastane birleşmiş milletler merkezine beş basardı vallahi…
Kapıdan girdiğinizde iri harflerle yazılmış bir yazı sizi karşılıyor.
“PRİUM NİL NOCERE”
altında da çevirisi
“ÖNCE ZARAR VERME”
Hastane yöneticisi bu sözün çok önemli olduğunu, bütün çalışanlara mesaiye başlarken dua niyetine bu sözü ettirdiklerini söylüyor; diyor ki;
En önemli ilkemiz bu ÖNCE ZARAR VERME… Önce zarar verirsen bizim için kötü olur, işimiz zorlaşır. Bu yüzden temel ilkemiz, ÖNCE TAHSİLÂTINI YAP, zararı sonradan da verebilirsin o bizi bağlamaz. Ama tahsilât yapmadan zarar verirsen sonra hastadan para alman konusunda sorun çıkabilir. Mesela geçen ay bir kıl dönmesi vakası gelmişti arkadaşlar tahsilatı sonra alırız diye ihmal etmişler, hemşire de yanlışlıkla hastaya enfeksiyon kaptırmış, iş kangrene döndü, kangreni tedavi etmek için hasanın kollarını bacaklarını kestik ama bunu yaparken hastaya yanlışlıkla HİV virüsü kaptırdık tabii tahmin edeceğiniz üzere masraflar katlanarak artıyor bu durumda; neticede hasta ex oldu. E tabii mecburen faturayı hastanın oğluna götürüp ödemesini istedim. Terbiyesiz çocuk kafa atıp burnumu kırdı. Bunca iş arasında bir de estetik ameliyatı çıktı başımıza, gerçi bize %25 personel indirimi var ama gene de dünya para… O yüzden artık işi sağlama alıyoruz, ÖNCE ZARAR VERME diyoruz…”

Tam bu sırada önümden yuvarlanarak geçen bir böbrek, peşinde de onu kovalayan bir hastabakıcı gördüm. Nakil işlemi için ameliyathaneye böbrek götürürken yere kapaklanmış ve böbrek elindeki karton kutudan fırlayarak yuvarlanmaya başlamıştı. Bu müthiş kovalamacıyı hastabakıcı kazandı, böbreği McDonalts’ın kapısında kıstırıp kıskıvrak yakaladı ve karton kutusuna geri koydu.
Hastane yöneticisi “Organ nakli konusunda çok ileri gittik dedi…”
Kol, bacak, böbrek, dalak, yüz ne bulurlarsa naklediyorlarmış…
Özellikle yüz nakli konusunda çok talep varmış, insan içine çıkacak yüzü olmayanlar kapıda kuyruk olmuşlar. Bu konuda hastaneler arasında ciddi bir rekabet başlamış durumda, çok doğaldır ki hastanın müşteri, doktorlar da esnaf olunca serbest piyasa ekonomisi duruma hâkim oluyor. Hastane yöneticisi “Geçenlerde bir hastaya bir kol ve bir bacağı aynı anda taktık, rakip hastane de hemen iki kol ve iki bacak taktı biz de hemen buna karşılık dört kol ve dört bacak birden taktık, ne kadar ileri gittiğimizi hesap edin artık” dedi.
 Hastaneler arası rekabet çok sıkı galiba, diye sordum, gerçekten öyleymiş… Tıpkı bakkalların yerini AVM’lerin alışına benziyor bu durum, önce bakkal dükkânlarını kapattılar bir bir sonra diktiler AVM’leri. Küçük esnaf teslim oldu…  Burada da önce özel muayenehaneleri kapatmaya zorlandılar, küçük doktor “teslim” oldu. Sonra da buraları açtılar. Peki rekabet bitti mi, ne gezer ? Rekabet şimdi büyükler arasında devam ediyor…
Özellikle cemaatin hastaneleriyle, tarikatın hastaneleri arasında kıyasıya bir çekişme varmış… Bu çekişmeyi hangisinin kazanacağı hasta açısından hiç ama hiç fark etmiyor tabii…

Biraz ötede test merkezi vardı, her türlü tıbbi test yapılıyordu ama ondan önce yaptırmanız gereken bir “yoksulluk testi” vardı. Yoksulluk testini geçemediniz mi yandınız; elinize üç kuruş olsun para geçtiği anlaşıldığı anda “hasta olmak” değil “hasta olmamak” gibi bir hakkınız kalmıyordu. Cebinde parası olan potansiyel bir hasta olarak her ay sigorta parası ödemek zorunda kalıyor…
Test merkezinden çıkan bir adam sevinçten ağlıyordu, boynuma sarılıp yanaklarımdan öptü. “Kurtuldum” diyordu, test sonucunda “yoksul” çıkmıştı. Yoksul birinin de hastaneye gelmesine gerek yoktu; “Artık evimde huzur içinde ölebilirim” diyordu.
Hastane gerçekten çok görkemli, insan ailesini alıp hafta sonları gezmeye gelebilir. Alışverişini yapar, hamburgerinizi yer, filminizi izler gelmişken de idrar tahlili yaptırabilir, kan şekerinizi ölçtürebilirsiniz. Tüm binayı gezmeye vaktim yetmedi sonra gelip gezintime devam edeceğim. Hastaneden çıkarken koca koca harflerle yazılmış o yazı aklımdan çıkmıyor bir türlü : ÖNCE ZARAR VERME…

Senaristin Suçu Ne?


Tv dizilerine sardırıp gündem yaratılması dönem dönem rastlanan bir şeydir.
Dizi karakterin ettiği bir laftan alınıp kıyameti kopartanlar, dizinin hikâyesini beğenmeyip şikâyet edenler, dizilerin  genel ahlakı bozduğunu iddia edenler, diziyle gerçek hayatı birbirine karıştıranlarla sık sık karşılaşmaktayız.
Son olarak eczacıların bir dizide kötü işlenen eczacı karakterine içerleyip ayağa kalkmaları daha önce defalarca tekrarlanmış örneklerden biridir sadece.
Dizi karakterleri sosyetik görünümlü kişi karşısındakine “Öğretmen olup ne yapacaksın, üç kuruşa talim edeceksin” türünden bir cümle kullanır. Bunu izleyen öğretmen alınır, hemen kaleme sarılıp “Senaryo yazarları öğretmenler aşağılıyor” türünden bir yazıyı bütün Tv köşe yazarlarına yollar.
O Tv yazarları da “Yahu bir filmde söylenen her söz senaristin mesajı değildir, bu sözü filmin olumsuz karakteri söylüyor zaten” demez ve o yazıyı köşelerinde aynen yayınlar. Aynı yazı da birçok köşede çıkarak pişti olur.
Mecliste komisyonlar kurulur oraya dizilerin temsilcileri çağırılıp ayar verilmeye çalışılır.
Senaryolardaki kadınlara bakış açısı eleştirilir, tarihi dizideki şehzadeler ilmi eğitim görürken kızlara sadece raks öğretildiği konusu eleştirilir. Şimdi ona tutup da “Bu sahneler dizinin tarihe gerçeklerle belki de en çok örtüştüğü ender noktalardan biridir. Tabii ki padişah olacak şehzadeye ilim öğretilecek; haa günümüz politikacıları olsa haklısınız, o zaman  kalça kıvırma, gerdan kırma gibi dansözlük dersleri kesinlikle gerekli olurdu” diyemezsiniz.
Filimdeki tecavüz sahnelerinden sonra tecavüz olayları artıyormuş…
Bir merkezde aralarında şehrin ileri gelenlerin de bulunduğu kişilerin 13 yaşında bir çocuğa toplu tecavüzü sonrasında da “Bu iş onun rızasıyla oldu” açıklaması korku filmi senaristlerinin bile hayal gücünü aşacak kadar gerçek bir olaydır.

Bu konuda iki filmden söz ederek nokta koymak istiyorum…
İlk film “Fatmagül’ün Suçu Ne?”, günümüzün Tv dizisine kaynak olan 1986 yapımı film;
Vedat Türkali’nin özgün senaryosu (ki bu roman değildir, birçok kişi roman zannedip; okudum çok güzeldi türünden palavra açıklamalar yapmıştır) Süreyya Duru tarafından çekilmiştir.
Konu bir gazete haberinden yola çıkma; tecavüzcüsüyle evlendirilen bir kızla ilgili.
Olay TCK’nın 434. maddesinden kaynaklanıyor, bu maddeye göre ırza geçme sonrasında taraflar arasında evlenme olursa sanık ceza almıyor. Zamanında koyulmuş rezil bir madde, yıllarca orada kalmış. Film gösterime girdikten sonra insanlar “Ne oluyor yahu?” diye fark etmişler. Neticede meclis toplanıp o maddeyi kaldırmış.

Bir başka film; adı “Madde 438”, Erdoğan Tünaş’ın senaryosu Ümit Efakan’ın rejisi. Konu gene bir TCK maddesinden kaynaklanıyor. Madde 438’e göre eğer tecavüz mağduru bir hayat kadınıysa sanık için ceza indirimine gidilmekte. Bir rezil madde daha; filmin gösteriminden sonra bu madde de kaldırıyor…
Her iki film de bu açıdan çok ama çok önemli filmlerdir…
Dünya sinema tarihinde kanun maddelerinin değişmesine neden olan kaç film vardır acaba?
Bunlar da senaryodur, bu senaryolarda da tecavüz işlenmiştir; ancak bu tecavüzler bırakın örnek teşkil etmeyi tecavüzleri engelleme yolunda kanunlar değiştirmiştir… Bu filmleri yapanlar kendileriyle ne kadar övünseler azdır.

Senaristler hiç hak etmedikleri suçlamalarla uğraşırken kanun koyucular ne yapıyor dersiniz ?
Kanun koyuculardan yakın zamanda gelen bir öneri: Daha önceden kalkmış olan mağdurun tecavüzcüsüyle evlenme maddesi geri gelsin!