DÖRDÜNCÜ MAYMUN

17 Mayıs 2012 Perşembe

SİLİVRİ İZLENİMLERİ


Adaletin bakanının 11 gazeteciyi Silivri Cezaevine davet ettiğini duyunca çok heyecanlandım. Acaba 12.kişi olarak gidebilir miyim diye düşündüm. Başvuru yaparsam “Adaletle dalga geçmekten” dolayı hakkımda işlem yapılır ve bu sayede girebilirdim ama bu defa da çıkmam sorun olurdu. Benim o 11 kişilik gruba bir şekilde kaynak olmam gerekiyordu. Pek sık uygulanan bir taktiktir; diyelim ki bir düğün, kokteyl gibi bir etkinlik var ve siz davetli değilsiniz ama gitmek istiyorsunuz. Şık bir kıyafet giyip kapıda giriş yapan kalabalığın arasına karışıp kapıdaki görevliye gülerek selam verip içeri süzülebilirsiniz.  Gazeteci ekibinin cezaevi önünde buluşup toplu olarak gireceklerini öğrenince hemen oraya koştum. Pek ilgi çekmeyen sessiz sakin bir yapınız varsa bu gibi ortamlarda rahat edersiniz. Örneğin askere giderken yeni teskere almış olan üst devremin verdiği öğüt kulağıma küpe olmuştur; “Konuşma ve karışma” demişti. Bu sayede çok iyi arazi olmuştum hatta teskere alırken bölük komutanı “Sen bizim bölükte miydin yahu?” diye sormuştu.
 İşte bu gene bu yöntemle diğer 11 kişinin arasında Silivri yerleşkesine duhul ettim.
Hemen girişte bir görevli hepimizin eline kolonya döktü; neticede misafirdik.
Sayın Bakan bizzat mihmandarlık yapıyordu, arazi çok gerçekten çok geniş, gazeteci arkadaşlar hayranlıkla bakıyorlardı her yana.
Bakan Bey, “Şimdiye kadar Silivri’nin en meşhur şeyi yoğurduydu, bizim sayemizde artık hapishanesiyle de meşhur olacaktır” dedi.
Gerçekten de Silivri halkının beldelerine bu müstesna eseri kazandıranları ne kadar hayırla yâd edeceklerini tahmin ediyorum.
Öncelikle yemekhaneyi gezdik çok ferah, her öğün birkaç çeşit yemek çıkıyormuş; şişman gazeteci arkadaşın karnı yemekhane görünce hemen acıkırmış; yemeklerin tadına bakmak istedi. Biz de bu sayede oturduk, görevliler yemeklerimizi getirdiler.
İzmir köfte, perde pilavı, zeytinyağlı dolma, vezirparmağı tatlısı varmış şansımıza. Ve tabii isteyene Silivri yoğurdu.
Şişman gazeteci Köfteyi biraz tuzlu buldu,  dolmanın yağının da sızma olmadığından şikâyet etti ama buna rağmen hepsinden birer porsiyon daha yedi. Bakandan eve götürmek için kiloluk yoğurt istedi, başka yerde bulmak zor oluyormuş.
Tabii diğer arkadaşlar da “Biz de isteriz” diye tutturdular.
Bakan da “Tamam şimdi talimat veririm hazırlarlar, giderken alırsınız” dedi.
Daha sonra spor salonuna girdik, burası da çok geniş, ferah bir yer, ortada bir ping pong masası  var, gazeteci hanım arkadaşımızın gözleri parladı, bu oyunda çok iddialı olduğunu söyledi. Bakanla üç setlik maç yaptılar gerçekten de iyi oynuyormuş, resmen madara etti. Bakan Bey bir kadına yenildiği için biraz bozulduysa da belli etmemeye çalıştı.
“Buyurun gezintimize devam edelim”  diye yürüdü.
Şişman gazeteci “Sayın bakanım bizim yoğurtlar hazırlanıyor değil mi?” diye sordu.
Bakan Bey “Tamam merak etmeyin talimatı vereceğim şimdi…”
Şişman gazeteci fikri takip konusunda deneyimliydi gerçekten;
“Talimat verdiğinizi duymadım da… Yok yani sonra son dakika telaşı içinde karambole gelmesin diye söyledim…”
Bakan yanındaki görevliye sinirli bir şekilde,
“Arkadaşlara birer kutu yoğurt hazırlayın, giderken götürecekler” diye talimat verdi.
Şişman gazeteci de görevlinin kulağına eğilip,
“Benimki mümkünse iki kutu olsun, her zaman buraya gelmek zor oluyor”  diye fısıldadı.

Sonra kütüphaneye girdik; 25 bin kitap yasaklı olduğundan burada bulunmuyormuş bunlar dışındaki kitapların bulunmasında bir sakınca yokmuş. Hâlbuki bir hapishanenin kütüphanesinde yasaklı yayın olması çok anlamlı olurdu. Nasıl yazarlarını getirip bir yere kapatıyorsanız kitaplarını da buraya getirebilirdiniz pekâlâ… Bu vesileyle şimdiye kadar halen 25 bin kitabın yasaklı olduğunu öğrenmiş ve düşünce özgürlüğünün boyutunu kavramış oluyoruz.

Gezintimiz sırasında yolumuz mutfağa düşüyor, doğrusunu isterseniz temiz sayılabilecek bir ortam. Mutfak çalışanları bizleri görünce hemen esas duruşa geçip ellerini tırnak kontrolünü yapmamız için ileri doğru uzattılar. Tabii bu kadar gazeteciyi karşılarında görmeleri onları tedirgin etmişti doğal olarak. Refleks olarak hemen bu hareketi yapıyorlar. Uğur Dündar az şok baskınlar yapmamıştı böyle mutfaklara. Her seferinde de mutlaka etrafa atılmış birli elbiseler, fare pislikleri, hamam böcekleri gibi hijyen kurallarını yerle bir eden hatalar bulmuştu. Ama bu defa belki bizim geleceğimizi bildiklerinden önlemler alınmıştı bir hata bulamadık.
Şişman gazeteci arkadaş mutfak çalışanını “Bizim yoğurtlar hazırlanıyor değil mi? Aman ha benimki iki tane olacak unutmayın” diye uyardı.

Halı saha ve voleybol sahasını da gördük; her ikisinde de takımlara ayrılıp karşılıklı maçlar yaptık. Voleybolda benim takım yenildi ama futbolda iyice madara ettik.
Sonra başka bir binaya girdik, bunası hastaneymiş; gerçekten de tam teşekkülü bir hastane görünümünde, belli bir ciddiyeti var. Sus işareti yapan hemşire fotoğrafı bile çatık kaşlı, onu görünce ister istemez alçak sesle konuşmaya başlıyorsunuz.
Şişman gazeteci arkadaş “Gelmişken bir çekap yaptırayım” bari dedi.
Öteki arkadaşlar da “Bizim başımız kel mi, biz de isteriz” dediler… Eh çekapı beleşe getirme imkânı bulunmuştu bu fırsat kaçmazdı doğrusu. Tahlil sonuçları beklenirken doktorlarla sohbet imkânı bulduk, neticede gazeteci olarak gelmiştik elbette bir şeyler soracaktık.
Şişman arkadaş “Mahkumlar burada seks sorunlarını nasıl hallediyorlar. Örneğin ben araştırdım Azerbaycan’da belli günlerde bungalovlarda eşlerini misafir etmesine izin veriyorlarmış. Böyle olunca da bu hakları elden gitmesin diye isyan falan çıkmıyormuş” diye sorarak ne kadar araştırmacı bir gazeteci olduğunu belli etti.
Doktor da “Yok burada öyle bir sistem yok ama belli zamanlarda 12’şer kişilik gazeteci gurupları misafir ediyoruz sadece” dedi.
Bunun bir espri mi yoksa başımıza gelecekler konusunda bir uyarı mı olduğunu düşünürken tahlil sonuçları geldi.
 Benim şeker biraz yüksek çıkmıştı, doktor, “Yediğine içtiğine dikkat et” dedi.
Ama şişman arkadaşın kolesterolü tavan yapmıştı, doktor bile şaşırdı bu durma; az daha yatıracaktı, şişman arkadaş orasının aslında bir hapishane olduğunu anımsayıp ne olur ne olaz diyerek buna yanaşmadı, Ama doktorun verdiği ilaçları oradan alıp gene beleşe getirdi.

Gerçekten burası bir şehir gibiydi gez gez bitmiyordu, hava kararıyordu bizde ise hiç hal kalmamıştı. Bu arada Bakan Bey’e  telefon gelmişti Sayın Başbakan acil olarak toplantıya çağırıyordu. Eh ayrılık vakti gelmişti, herkes memnundu bu geziden.
Bakan Bey “Aslında bir de koğuşlarımız var, işte yatak; masa, tuvalet falan filan var, bilmem görmeye gerek var mı?” dedi, acelesi olduğu bizi savama istediği belliydi.
Hanım arkadaşımız “Ay hiç gerek yok, biz anladık zaten siz söyleyince” diyerek ne kadar feraset sahibi olduğunu belli etti.
Sakallı gazeteci arkadaş hafta sonu kaçamakları için buraya rahatlıkla gelinebileceğini söyledi.
Kapının önünde yolcu ederken hepimize birer gül verdiler…
Şişman arkadaş telaş içindeydi…
“E hani yoğurtlar?” diye haykırdı… “Ben biliyordum böyle olacağını onun için tekrar tekrar söyledim, aha işte yok, gelmemiş…”
Bir süre daha yoğurtların gelmesini bekledik ama neticede geldi, adalet sistemi yavaş da olsa  işliyordu.
Şişman arkadaş “Benim iki tane olacaktı” diye hatırlattı durumunu.
Sonra hep birlikte dışarı çıktık; içimde “Sanki burada bir eksik var” hissi vardı.
Sonra aklıma geldi, yahu bu hapishanede hiç mahkûm yoktu, o kadar dolaşmış tek mahkûm bile gömememiştik.
Yerleşkeden uzaklaşırken hapishane binasına dönüp baktım demir parmaklıkların ardından birileri bize bakıyordu ve sanki bize el işareti yapıyorlardı. Ama bu kadar yorgunluğun verdiği bir yanılsama da olabilirdi tabii…

ANNELER GÜNÜ


8 Mayıs 2012 Salı

SÜTÜ BOZUK


Epey bir zaman önce…
İlkokul’da beslenme saati vardı; getirilen büyük bir tencere içinde beyaz bir toz döküp kaynattılar etrafa kötü bir koku yayıldı.
Öğretmenim kaynattığı beyaz sıvıyı bardağa doldurup uzattı…
“Al iç haydi…”
“Bu neee!”
“Süt”
“Hayır bu süt değil, süt böyle olmaz…”
Haklıydım süt böyle olmazdı, bizim evimize her sabah sütçü gelirdi, güğümünden elindeki ölçü kabına döker sonra uzattığımız tencereye dökerdi. Tencereyi tutma görevi bana ait olduğu için bunun tüm detaylarını iyi bilirdim.
Bu yüzden kesin kararımı verdim;
“Bu süt değil…”
Öğretmenim bana bunun süt tozu olduğunu söyledi…
“Tamam işte tozlu süt, ben bunu içmem”
“Tozlu süt değil çocuğum süt tozu, hadi iç, bak mis gibi”
 “Mis gibi değil, pis gibi… Pis kokuyor… İçmem!”
Öğretmenim benim keçi huyumu bildiğinden fazla ısrar etmedi; başa çıkamayacağını biliyordu “Zıkkım iç” diyerek pes etti…
 Ben de ne o gün ne de daha sonra o sütlerden tek yudum bile içmedim; zaten evde sütçünün getirdiği benim gözümün önünde benim tuttuğum tencereye döktüğü yani alımında benim emeğim olan sütü içiyordum.

Yıllar sonra o süt tozlarının Marshall yardımı çerçevesinde hibe olarak yollanan ürünler olduğunu öğrendiğimde o gün gelen pis kokunun nedenini anladım ve o sütlerden hiç içmemiş olmakla kendimle gurur duydum.

Okullarda dağıtılan “Okul Sütü Akıl Küpü” yazılı sütleri görünce eski günler aklıma geldi, “Bizim zamanımızda o sütlerden içenler içinde zehirlenme vakası olmuş muydu ?” diye düşündüm. En azından kısa vadede bir zehirlenme olayına şahit olmamıştım ama Amerika’nın bize adım atışının bu süt tozlarıyla başladığını kabul edersek uzun vadede yavaş yavaş bir zehirlenme durumu tartışılabilir.

“Akıl Küpü” sütü içen bazı sınıflardaki çocuklar toplu olarak acile kaldırıldı ve serum bağlandı.
Yetkililer, bunun tesadüf olacağını söylediler, inandırıcı olmadı çünkü bütün sınıfın aynı anda hastanelik olması matematik bilimine aykırıydı.
Çocuklar numara yapıyor dediler, tutmadı çünkü tıp bilimi aksini söylüyordu.
Başbakanın “Sır Küpü” olayında olduğu gibi bu konu da bir sır haline gelmeye başladı.
Ama kimsenin aklına “Acaba malları aldığımız firma arada bozuk ürünler de kakalamış olabilir mi?” diye sormak gelmedi çünkü o firma kim bilir kimlere aitti?
Bu yüzden olsa gerek yöneticiler kendilerini tehlikeye atarak ellerine birer  “Akıl küpü” alıp içmeye başladılar;
“Bakın biz içiyoruz vallahi bir şey olmuyor, siz de için” dediler…
Bu olaydaki tek olumlu şey de bu bence…
Belki bu sayede hepsi birer akıl küpü haline gelip daha akıllı işler yaparlar…