DÖRDÜNCÜ MAYMUN

2 Aralık 2012 Pazar

Tarihi Bir Yazı


Kurguyla gerçeğin ayrımında olamamak çok eskiden beri var olan ciddi bir sorundur.
Bundan dolayıdır ki bir filmde kötü bir karakteri oynayan oyuncuların bir köşede kıstırılıp dövülmesi sık rastlanan bir olay haline gelmiştir.
Bu durumu yaşayan oyuncular genellikle “Sen o kadar gerçekçi oynamışsın ki izleyenler öyle sanmış, bu da senin ne kadar iyi bir oyuncu olduğunun göstergesidir” diye teselli edilirler.
Aslında bu durum o oyuncunun yeteneğini belirlemekte bir ölçü değildir elbette, ama ona saldıran kişinin ne kadar gerizekalı olduğunun şaşmaz bir göstergesidir.
Bazen de gerçek kişilerden, tarihi karakterlerden yola çıkılarak; roman, tiyatro, film, dizi film gibi kurmaca anlatılar hazırlanır. İşte bu gibi durumlarda bu muhteremlerin kafası daha da karışır. Kurgu karakteri gerçek sanan kafaya gerçekten yola çıkılmış kurgu karakteri açıklamanız olanaksızdır adeta.
Tarihsel kişilerden ve olaylardan hareketle hazırlanan kurgusal anlatılarda yaşanan en büyük sorun, söz konusu karakter eğer sevdiğimiz bir kişilikse hemen tepki gösterilmesidir. Bu tepki genellikle doğal bir eleştiri sınırını aşıp saldırıya dönüşmektedir.
Osmanlı dönemini anlatan televizyon dizinine gösterilen gereksiz tepki, altında yatan ruh halini de oraya koymaktadır.
Aslında söz konusu diziye ilk tepkiler daha dizi yayınlanmadan dolayısıyla daha seyredilmeden yapılmıştı, ecdadımızın sarhoş ve oğlancı gösterileceği söylenmişti. Oysa dizide her ikisi de yoktu. Ama bazı tarih kitaplarında bu tür göndermeler olduğunu bildiklerinden “Acaba kirli çamaşırlar açığa mı çıkıyor?” korkusuyla ayağa kalkmışlardı. Zaten dizi ilerledikçe de padişah hazretlerinin evlatlarını, torunlarını boğdurtma sahnelerine sıra geleceğini biliyorlardı ama bu olaylarda sultanlarını aklamak için nasıl bir kılıf uyduracaklarını yıllar yılı bulamamışlardı bir türlü.

Bir tarihte asistanlık yaptığım Osmanlı’nın kuruluşuyla ilgili bir filmde Osman’ın kendiyle beylik yarışına giren amcasını öldürme sahnesi çekilecek. Çekime başlanacağı gün filmin danışmanı anlı şanlı tarih profesörü bunu haber alıp çekincesini sunuyor.
Amcasını öldürmesin…
İyi de tarih kitapları yazıyor, amcasını öldürmüş, diyor…”
Ama olmaz ki, koskoca bir imparatorluk kurmuş biri hiç amcasını öldürür mü?”
İyi de adam daha bey bile olamamış, daha beylik bile yok ortada, imparatorluktan da habersiz… Böyle olaylar da tarihte hep olmuş şeyler… Amcasını öldürmüş işte
Yok yok öldürmemiştir, yapmamıştır yapmamıştır…
 Karşınızdaki bir tarih profesörü olunca fazla tartışmanın anlamı kalmıyor; “O öyle şey yapmaz iyi çocuktur ben tanırım” şeklinde bir ifadeyi pek ciddi bulmasak da bir yanıt veremiyoruz. Yönetmen de başına iş almak istemediği için danışmanın doğrultusunda hareket ediyor, “E öldürmesin o vakit…”
İyi de amcanın ölüm sahnesini çekeceğiz, adam nasıl ölecek?”
Eceliyle ölsün bari…”
İyi de amcanın Osman Bey’le olan kavgası ne olacak?”
Kavga iyi bir şey değil zaten, amca ölürken Osman Bey gelsin amca da ondan helallik istesin…
İş zaten zıvanadan çıkmış bir kere, “İstesin anasını satayım”, diyoruz…
Set kuruluyor amcayı oynayan Erol Taş ölüm döşeğine yatıyor, Osman Bey yanı başına geliyor, amca orada tiradını atıp helallik istiyor ve şahadet getirip ruhunu teslim ediyor.
O sahneden en çok memnun olan hep kötü adamı oynayan Erol Taş olmuştu; bu kez iyi bir karakter çıkartmanın mutluluğu içindeydi.
Neticede bu da bir kurmaca işti ille de gerçeğe birebir uyma gibi bir zorunluluğu yoktu.

Osmanlı tarihçilerinin önemli bir kısmında ortak zafiyetler vardır.
Olaylara duygusal açıdan yaklaşırlar;
Ezilmişlik horlanmışlık yüzünden oluşan aşağılık duygusunu bastırmak için abartılı bir “ecdat” efsanesi yaratılmıştır. O ecdat güçlüdür, asar, keser, yakar, yıkar herkes onların önünde tir tir titrer.
Osmanlı’nın hep yabancı kadınlarla evlenildiğinden karışmış soyuna ve en aşağı sınıf olarak nitelediğinden hiçbir devlet kademesine getirmediği Türklere tavrını görmezden gelerek gene de baş tacı eder. Onu hep ecdadı zanneder, onunla övünür (Şecaat arz ederken sirkatin söylemek).
Bilim insanı olduğunu unutur, padişahların işlediği cinayetleri, kardeş katillerini haklı çıkartmak için kırk takla atar ve Osmanlı’nın gönüllü avukatlığını yapar (Tamam belki yapmışlar yapmasına ama bir sor bakalım niye yapmışlar!)

Korkunç İvan
Filmlerdeki, dizilerdeki tarihsel anlatılar metafor olarak da kullanılır. Sovyetlerin ünlü yönetmeni Eisenstein, “Korkunç İvan” filminde tarihteki efsane Rus Çarı İvan’ı anlatır, ancak bunun yanında bir insani öykü vardır gençliğinden başlayıp yükselişini, yükselmek için yaptığı acımasızlıklar işlenir, ihtiras onu gittikçe yükseltir yükseldikçe de çirkinleştirir. İhtirasın bir insanı ne hale getirdiği anlatılır. Ama aslında üçüncü bir şey daha vardır bunun altında; aslında anlatılan kişi o dönemin lideri Stalin’den başkası değildir. Stalin bu durumu hemen fark eder tabii, Eisenstein’i sürgüne yollar filmi de yasaklar (ama yakmaz!)
Tarihi filmler, diziler, romanlar, oyunlar kurgudur gerçekle farklılıkları elbette olur dedik; neticede hepsi ortaya bir yorum getirmektedir.
Peki gerçek olması gereken tarih kitapları bunlardan farklı mı?
Pek çok tarihçi birbirleriyle çelişkili tezler ileri sürmüyorlar mı?
Sürebiliyor elbette hatta aynı tarihçi farklı dönemlerinde birbirini zıddı tezler ileri sürebiliyor.
Kanuni’nin hayatını anlatan dizideki Pargalı İbrahim Paşa padişahın kız kardeşiyle evli gösteriliyor, pek çok kitapta da bu böyle söyleniyor ancak bunu kabul etmeyenler de var.
Aslında “evlidirler” tezini ilk ortaya atan kişi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, başka tarihçiler de onu kaynak göstererek kendi tarihlerini yazıyorlar ve Pargalı İbrahim, Kanuni’nin eniştesi olarak kayda geçiyor. Ancak 15 yıl sonra gene Uzunçarşılı çıkıyor “Elime yeni bir belge geçti, buna göre evli değillermiş; yanılmışım” diyor…
Görüldüğü gibi tarih değişken, bir belge çıkıyor ortaya bütün akış değişiyor.
Görüldüğü gibi tarih tamamen yoruma dayılı; birinin İstanbul’un fethi dediği olaya bir başkası İstanbul’un işgali diyor.
Osmanlı’da kaç hükümdar vardı?” sorusu pek çok kitaba göre 36 diye yanıtlanır.
Ancak hiç de yabana atılmayacak, en detaycı tarihçilerimizden Reşat Ekrem Koçu’ya göre 38 hükümdar gelmiştir.
Yıldırım Beyazıt’ın yenilmesinden sonra doğan otorite boşluğuna fetret devri deniyor. Taht kavgaları başlıyor Yıldırım’ın üç oğlu mücadele ediyor ama bu arada taht boş kalmıyor. Büyük oğlu Emir Süleyman oturuyor önce sonra kardeşi Musa Çelebi gelip alaşağı ediyor kendi oturuyor en son diğer kardeş Mehmet Çelebi de onu indirip tahtı ele geçiriyor. Belli ki o zamanın resmi tarih yazıcıları (şimdinin yandaş basını olsa gerek) o karmaşayı es geçip Çelebi Mehmet’ten sürdürüyorlar tarihi (Tarihçilere rüşvet vermediği için tarihe yazılmayan padişahın anlatıldığı Ferhan Şensoy’un Soyut Padişah’ını andıran bir durum). Ancak Reşat Erkem Koçu onların da sayılması gerektiğini savunuyor, neticede tahta oturmuşlar. Dolayısıyla Koçu’nun tarihinde Kanuni Süleyman 2.Süleyman olarak geçer…
Yabancı tarihçilerin yorumlarını saymıyorum bile; tarihçilerin bile bu kadar çelişkili tezler ileri sürdükleri bir ortamda kurgusal anlatılara karşı çıkmak son derece trajikomik bir durumdur. Ancak bu trajikomiklik öteden beri vardır.
 

Kendine özgü bir kişiliği olan gazeteci yazarlardan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu tefrika olarak yayınladığı “Kara Davut” romanının bir bölümünde Fatih’le fedaisi Kara Davut’u karşılaştırır; tartışırlar tepesi atan Kara Davut, Fatih’e bir Osmanlı aşk eder ve Fatih nakavt. Gene dönemin sazanları bunu ciddiye alıp ortalığı ayağa kaldırır “Vay efendim olur mu?” diye.   
Ulunay

Elif Naci
Deli İbrahim” oyunu sahneleniyor, dekor kostüm Elif Naci’ye ait; dönemin yazarlarından Refii Cevat Ulunay, Elif Naci’ye gıcık, çakmak için fırsat kolluyor.
Oyunu izledikten sonra basıyor fırçasını;
O ne biçim Deli İbrahim öyle?”
Ayol o Deli İbrahim değil ki!” diyor Elif Naci…
Kim peki?”
E Müşfik Kenteeeeer…”

Neticede kurgu öyküleri fazla ciddiye almaya gerek yok inanın…
 Bir yazar çıkıp Kanuni'yi zaman yolculuğuyla günümüze getirirse o zaman görürsünüz gününüzü.

Hiç yorum yok: