DÖRDÜNCÜ MAYMUN

11 Nisan 2022 Pazartesi

TEBLİĞ VE TEBELLÜĞ

            Tebliğci olmak zor iş, çok büyük riskler taşıyor tebliğ işine çıkarken her türlü tehlikeyi göze almanız gerekiyor. Ama bugün moralimiz yerinde çok şükür, diyanet işleri başkanlığı protokolde genel kurmayın iki kademe önüne geçmiş bu gidişle ilk sırada olacağı günler de yakındır.

            Yeşil cüppemi giydim, sarığımı taktım tarikat şeyhimin elini öpüp, hayır duasını aldıktan sonra diğer şakirt kardeşlerimle birlikte tebliğ için yola çıktık hamdolsun.

            Dokuz on kişilik bir sürü halinde geziyoruz ki görenlerin gözleri korksun ayrıca böyle kalabalık olunca insanın kendine nasıl güven geliyor anlatamam, cesaretiniz artıyor.

            Bir baktık karşıdan bir kızla bir oğlan yaklaşıyor, oğlan elini kızın omzuna atmış halde. Hemen etraflarını sardık, tabii öncelikle nazik olmak gerekir sonra yavaş yavaş sertleştireceksin yani kurbağayı kaynar suya atmayacaksın hemen, suyu yavaş yavaş kaynatacaksın ki kurbağa dışarı sıçramasın.

            “Bu alemin keyfine kapılıp da öteki alemi unutmayın sakın, öteki alemi de düşünün biraz.” diye önlerine fırladım.

            Şaşırdılar önce kız oğlana döndü “Bu diyor böyle?” diye sordu.

            Oğlan aval aval baktı “Valla bir alem yapıyorlarmış galiba oraya davet ediyor.”

            Sonra bana döndü “Amca bu alem yeri tam olarak nerede? Bir de fiks menü var mı o önemli, sonra kazık yemeyelim.” diye sordu.

            Kız gülümsedi “Amca asıl az önce bir yerden çıktık vallahi süper fiks menü 50 lira, iki bardak içki, çerez, meyve tabağı sabaha kadar da canlı müzik…”

            Tam yeni bir tebliğe başlayacaktım ki yanımdaki şakirdin gözleri parladı.

            “Kardeş bu dediğin yer tam olarak hangi cihette?” diye sordu, kız tarif etti.

            “Ben gidip bir bakayım şuraya orada tebliğe ihtiyaç olabilir” diye yanımızdan ayrıldı,

            “Aman etme muhterem kardeşim.” dememi duymadı bile, çoktan köşeyi dönüp kayboldu. Birkaç kardeşimiz de “Onu yalnız bırakmayalım biz de peşinden gidelim” diyerek koşturdular.

Biz kala kala beş kişi kalmıştık; Hidayet, Mestan, Vahap, Sülo bir de ben. Mecburen yolumuza devam ettik.

            Nevizade adıyla maruf olan sokağa girdiğimizde etrafımızda yoğun bir anason kokusunun olduğunu hissettik. İnsanlar masalara oturmuşlar adına rakı dedikleri meylerini içiyorlardı, tabakların içinde de midye tava, kalamar, beyaz peynir, pilaki, paçanga böreği, haydari gibi mezeler vardı. Üç kişi kendi aralarında bir şeyler tartışıyorlardı. Tam tebliğ yapılacak bir masaydı.

            “Kardeşlerim bu dünya bir imtihan dünyasıdır, siz imtihan nedir bilir misiniz?” diye yaklaştım.

            Masada oturanlardan biri derin bir iç çekti,

“Biz de şimdi onu konuşuyorduk imtihan meselesini…”

Demek ki konunu üstüne gelmişiz, demek ki işimiz kolaydı fazla yorulmayacaktık…

“Hayatımız hep imtihanla geçiyor, çocuklar Anadolu liseleri için sınavlara çalıştılar burunlarından geldi ama kazanamadılar çünkü cemaatler soruları alıp kendi yakınlarına verdiler onların çocukları Anadolu lisesine bizimkiler de mecburen imam hatibe yazıldı.”

Tam bir şey diyeceğim bu defa öteki girdi lafa “Bizim büyük oğlanın başına da aynı şey geldi üniversite sınav soruları çalınca cemaatin adamları girdi bizimki açıkta kaldı…”

Üçüncüsü devam etti “İşe girmek için KPS sınavına girdim çok umutluydum ama onların soruları da çalınmış… Neticede imtihanın ne olduğunu çok iyi biliriz.”

“Ama asıl imtihan öteki taraftaki imtihandır muhterem kardeşim.” diye tebliğime devam ediyordum ki;

“Yoksa bize o imtihanın sorularını satmaya mı geldin?” diye sözümü kesti.

“Bunlar öteki tarafın sorularını da çalmamışlarsa şerefsizim.”

Tabii böyle durumlarda sinirlenip ağzımızı bozmak olmazdı, yüzümdeki her an var olan o aptal gülümsemeyi biraz daha abarttım.

“Hesap vakti gelince dikkatli olmanız gerek muhterem kardeşim.”

“Ne hesabı yahu? Daha yeni geldik…”

Ötekisi uyardı “Ama amca doğru söylüyor, dikkatli olun hesap kol gibi gelebilir diyor.” dedikten sonra;

“Yahu ayakta kaldınız gelin oturun da öyle anlatın.”, diye kolumdan çekip oturttu, ben oturunca öteki şakirtler de oturdular mecburen.

Oturmamızla birlikte garsonlar önümüze birer servis açtı.

“Yahu biz sadece ayak üstü tebliğ edip gidecektik.” derken garson bardağıma rakı koyarken “Duble koyuyorum” dedi.

Masadaki arkadaş “Yok duble onu kesmez sen onu iyisi mi domuz sıkısı yap” deyince tamamen doldurdu, ötekisi “Su ister misin hacı baba?” dedi cevabımı beklemeden koydu, rakı beyazlaştı.

Kardeşim Hidayet’e döndüm “Aman kardeşim kendimize mukayyet olalım.” dedim…

“Hıııııyk, olalım hacıııııım” diye sırıttı.

Baktım bizim Hidayet rakının dibini çoktan bulmuş, masadaki arkadaşa “Dolduur kardiiiş” diye boş bardağı uzatıyor.

Hidayet’in bardağını doldurdular; Mestan, Vahap ve Sülo da bir yandan kafa çekiyorlar bir yandan da mezeleri götürüyorlar.

Mestan kadehini kaldırdı “Haydiiii içeliiim güzelleşelim…” diye bağırdı hepimiz kadeh tokuşturduk.

Neticede tebliğ için buradaydık mutlaka bu kutsal görevimizi yerine getirmeliydik, bu işret masasında oturanları doğru yola çekmeliydik.

Hocaefendi hazretlerinin bir sözü aklıma geldi:

“Tebliğinin yerine ulaşabilmesi için takiye yapman caizdir.”

Bu söz aklıma gelince ben de rakıdan bir yudum aldım, sonra tebliğime devam ettim. Doğrusu pek keyifli bir tebliğ olmaya başlamıştı; bu arada masadaki mezeler azaldıkça yenileri geliyordu.

“Bir kalamar daha yolla…”

“Bizim bir paçanga vardı kardeş...”

“Bir köpoğlu mancası getirsene bilader…”

“Karides güveç var mı?”

“Ya madem oturduk bize birer lüfer attır…

“Bize bir büyük daha aç…”

İçtikçe açılıyorduk doğrusu, Mestan; “Hocaefendi hazretlerinin huzurunda nasıl badelendiğmizi” anlatmaya başladı.

Bir süre sonra Roman çalgıcılar geldi, klarnetçi klarneti kulağıma dayayıp üfledi.

Bizim şakirtlerle birlikte masanın üzerine çıkıp göbek atmaya başladık, etrafın iyice ilgisini çekmeyi başarıyorduk, bizi alkışlayarak tempo tutuyorlar biz de daha çok gaza gelip daha çok göbek atıyorduk.

Önce “Sordum sarı çiçeğe” sonra “Tavukları döndermişem hacıyı da çarşıya göndermişem” en son da “Arabaya bir tokmakla” parçaları eşliğinde zikir gösterimiz devam etti…

Birkaç kadeh daha devirdikten sonra iş “öpüceeem” faslına geldi.

Masadaki herkes birbirine sarılıp şapur şupur öpmeye başladı; bu hengamede sadece Hidayet’i beş kere öptüğümü hatırlıyorum.

Vahap, “Batsııın bu dünyaaaa” diye haykırırken,

Sülo da “Ne olacak bu memleketin hali?” diye ağlıyordu.

Hidayet de “Ben o hojjjafendinin anasını avradını, gelmişini geçmişini…” diye saydırmaya başlayınca biraz ileri gitmiş olabileceğimizi düşünmeye başladım.

Bu arada garson geldi:

“Kapatıyoruz Hacı Baba” dedi ve adisyonu önüme koydu.

Bir baktım koskoca meyhaneler sokağında kimse kalmamıştı, garsonlar sandalyeleri ters çeviriyorlardı, bizi masalarına davet eden tebliğ edeceğimiz arkadaşlar da gitmişti çoktan.

Hesabı da bize kitlemişlerdi…

Tebliğ edecekten tebellüğ edilmiştik anlayacağınız.

Hiç yorum yok: