DÖRDÜNCÜ MAYMUN
7 Aralık 2012 Cuma
Kanuni ve Simson'un başı belada
Dizi film Muhteşem Yüzyıl'da Kanuni'nin kaç yıl ata bindiği tartışma konuşu oldu. Başbakan fırçasını attı, diziyi cezalandırmak için yasa hazırlığına başlandı; bu arada çizgi film The Simpsons'un da bir bölüm RTÜK tarfından cezalandırıldı. Bu filmin sonunun nasıl biteceği merak konusu...
2 Aralık 2012 Pazar
Tarihi Bir Yazı
Kurguyla gerçeğin ayrımında olamamak çok eskiden beri var
olan ciddi bir sorundur.
Bundan dolayıdır ki bir filmde kötü bir karakteri oynayan
oyuncuların bir köşede kıstırılıp dövülmesi sık rastlanan bir olay haline
gelmiştir.
Bu durumu yaşayan oyuncular genellikle “Sen o kadar gerçekçi oynamışsın ki izleyenler öyle sanmış, bu da senin
ne kadar iyi bir oyuncu olduğunun göstergesidir” diye teselli edilirler.
Aslında bu durum o oyuncunun yeteneğini belirlemekte bir
ölçü değildir elbette, ama ona saldıran kişinin ne kadar gerizekalı olduğunun
şaşmaz bir göstergesidir.
Bazen de gerçek kişilerden, tarihi karakterlerden yola
çıkılarak; roman, tiyatro, film, dizi film gibi kurmaca anlatılar hazırlanır.
İşte bu gibi durumlarda bu muhteremlerin kafası daha da karışır. Kurgu
karakteri gerçek sanan kafaya gerçekten yola çıkılmış kurgu karakteri
açıklamanız olanaksızdır adeta.
Tarihsel kişilerden ve olaylardan hareketle hazırlanan
kurgusal anlatılarda yaşanan en büyük sorun, söz konusu karakter eğer sevdiğimiz
bir kişilikse hemen tepki gösterilmesidir. Bu tepki genellikle doğal bir
eleştiri sınırını aşıp saldırıya dönüşmektedir.
Osmanlı dönemini anlatan televizyon dizinine gösterilen
gereksiz tepki, altında yatan ruh halini de oraya koymaktadır.
Aslında söz konusu diziye ilk tepkiler daha dizi
yayınlanmadan dolayısıyla daha seyredilmeden yapılmıştı, ecdadımızın sarhoş ve
oğlancı gösterileceği söylenmişti. Oysa dizide her ikisi de yoktu. Ama bazı
tarih kitaplarında bu tür göndermeler olduğunu bildiklerinden “Acaba kirli çamaşırlar açığa mı çıkıyor?”
korkusuyla ayağa kalkmışlardı. Zaten dizi ilerledikçe de padişah hazretlerinin
evlatlarını, torunlarını boğdurtma sahnelerine sıra geleceğini biliyorlardı ama
bu olaylarda sultanlarını aklamak için nasıl bir kılıf uyduracaklarını yıllar
yılı bulamamışlardı bir türlü.
Bir tarihte asistanlık yaptığım Osmanlı’nın kuruluşuyla
ilgili bir filmde Osman’ın kendiyle beylik yarışına giren amcasını öldürme
sahnesi çekilecek. Çekime başlanacağı gün filmin danışmanı anlı şanlı tarih
profesörü bunu haber alıp çekincesini sunuyor.
“Amcasını öldürmesin…”
“İyi de tarih
kitapları yazıyor, amcasını öldürmüş, diyor…”
“Ama olmaz ki, koskoca
bir imparatorluk kurmuş biri hiç amcasını öldürür mü?”
“İyi de adam daha bey
bile olamamış, daha beylik bile yok ortada, imparatorluktan da habersiz… Böyle
olaylar da tarihte hep olmuş şeyler… Amcasını öldürmüş işte ”
“Yok yok
öldürmemiştir, yapmamıştır yapmamıştır…”
Karşınızdaki bir
tarih profesörü olunca fazla tartışmanın anlamı kalmıyor; “O öyle şey yapmaz iyi çocuktur ben tanırım” şeklinde bir ifadeyi
pek ciddi bulmasak da bir yanıt veremiyoruz. Yönetmen de başına iş almak
istemediği için danışmanın doğrultusunda hareket ediyor, “E öldürmesin o vakit…”
“İyi de amcanın ölüm
sahnesini çekeceğiz, adam nasıl ölecek?”
“Eceliyle ölsün bari…”
“İyi de amcanın Osman
Bey’le olan kavgası ne olacak?”
“Kavga iyi bir şey
değil zaten, amca ölürken Osman Bey gelsin amca da ondan helallik istesin…”
İş zaten zıvanadan çıkmış bir kere, “İstesin anasını satayım”, diyoruz…
Set kuruluyor amcayı oynayan Erol Taş ölüm döşeğine yatıyor,
Osman Bey yanı başına geliyor, amca orada tiradını atıp helallik istiyor ve
şahadet getirip ruhunu teslim ediyor.
O sahneden en çok memnun olan hep kötü adamı oynayan Erol
Taş olmuştu; bu kez iyi bir karakter çıkartmanın mutluluğu içindeydi.
Neticede bu da bir kurmaca işti ille de gerçeğe birebir uyma
gibi bir zorunluluğu yoktu.
Osmanlı tarihçilerinin önemli bir kısmında ortak zafiyetler
vardır.
Olaylara duygusal açıdan yaklaşırlar;
Ezilmişlik horlanmışlık yüzünden oluşan aşağılık duygusunu
bastırmak için abartılı bir “ecdat”
efsanesi yaratılmıştır. O ecdat güçlüdür, asar, keser, yakar, yıkar herkes onların
önünde tir tir titrer.
Osmanlı’nın hep yabancı kadınlarla evlenildiğinden karışmış
soyuna ve en aşağı sınıf olarak nitelediğinden hiçbir devlet kademesine
getirmediği Türklere tavrını görmezden gelerek gene de baş tacı eder. Onu hep
ecdadı zanneder, onunla övünür (Şecaat
arz ederken sirkatin söylemek).
Bilim insanı olduğunu unutur, padişahların işlediği
cinayetleri, kardeş katillerini haklı çıkartmak için kırk takla atar ve
Osmanlı’nın gönüllü avukatlığını yapar (Tamam
belki yapmışlar yapmasına ama bir sor bakalım niye yapmışlar!)
![]() |
Korkunç İvan |
Tarihi filmler, diziler, romanlar, oyunlar kurgudur gerçekle
farklılıkları elbette olur dedik; neticede hepsi ortaya bir yorum
getirmektedir.
Peki gerçek olması gereken tarih kitapları bunlardan farklı
mı?
Pek çok tarihçi birbirleriyle çelişkili tezler ileri
sürmüyorlar mı?
Sürebiliyor elbette hatta aynı tarihçi farklı dönemlerinde
birbirini zıddı tezler ileri sürebiliyor.
Kanuni’nin hayatını anlatan dizideki Pargalı İbrahim Paşa padişahın
kız kardeşiyle evli gösteriliyor, pek çok kitapta da bu böyle söyleniyor ancak
bunu kabul etmeyenler de var.
Aslında “evlidirler”
tezini ilk ortaya atan kişi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, başka tarihçiler de onu
kaynak göstererek kendi tarihlerini yazıyorlar ve Pargalı İbrahim, Kanuni’nin
eniştesi olarak kayda geçiyor. Ancak 15 yıl sonra gene Uzunçarşılı çıkıyor “Elime yeni bir belge geçti, buna göre evli
değillermiş; yanılmışım” diyor…
Görüldüğü gibi tarih değişken, bir belge çıkıyor ortaya
bütün akış değişiyor.
Görüldüğü gibi tarih tamamen yoruma dayılı; birinin
İstanbul’un fethi dediği olaya bir başkası İstanbul’un işgali diyor.
“Osmanlı’da kaç
hükümdar vardı?” sorusu pek çok kitaba göre 36 diye yanıtlanır.
Ancak hiç de yabana atılmayacak, en detaycı
tarihçilerimizden Reşat Ekrem Koçu’ya göre 38 hükümdar gelmiştir.
Yıldırım Beyazıt’ın yenilmesinden sonra doğan otorite
boşluğuna fetret devri deniyor. Taht kavgaları başlıyor Yıldırım’ın üç oğlu
mücadele ediyor ama bu arada taht boş kalmıyor. Büyük oğlu Emir Süleyman
oturuyor önce sonra kardeşi Musa Çelebi gelip alaşağı ediyor kendi oturuyor en
son diğer kardeş Mehmet Çelebi de onu indirip tahtı ele geçiriyor. Belli ki o
zamanın resmi tarih yazıcıları (şimdinin
yandaş basını olsa gerek) o karmaşayı es geçip Çelebi Mehmet’ten
sürdürüyorlar tarihi (Tarihçilere rüşvet
vermediği için tarihe yazılmayan padişahın anlatıldığı Ferhan Şensoy’un Soyut
Padişah’ını andıran bir durum). Ancak Reşat Erkem Koçu onların da sayılması
gerektiğini savunuyor, neticede tahta oturmuşlar. Dolayısıyla Koçu’nun
tarihinde Kanuni Süleyman 2.Süleyman olarak geçer…
Yabancı tarihçilerin yorumlarını saymıyorum bile;
tarihçilerin bile bu kadar çelişkili tezler ileri sürdükleri bir ortamda
kurgusal anlatılara karşı çıkmak son derece trajikomik bir durumdur. Ancak bu
trajikomiklik öteden beri vardır.

![]() |
Ulunay |
![]() |
Elif Naci |
Oyunu izledikten sonra basıyor fırçasını;
“O ne biçim Deli
İbrahim öyle?”
“Ayol o Deli İbrahim
değil ki!” diyor Elif Naci…
“Kim peki?”
“E Müşfik Kenteeeeer…”
Neticede kurgu öyküleri fazla ciddiye almaya gerek yok inanın…
Bir yazar çıkıp Kanuni'yi zaman yolculuğuyla günümüze getirirse o zaman görürsünüz gününüzü.
18 Kasım 2012 Pazar
Lütfi Akad'ı anıyoruz...
![]() | ||||
2 Eylül 1916- 19 Kasım 2011 |
Teşekkürler kazandırdığın değerler için...
1978 yılı İGSA Sinema Tv Ensititsü'ne (şimdiki MSÜ) girmişiz, 10 aklı havada hayta;
Eyüp Halit Türkyazıcı, Sezai Tülübaş, Halit Sarayoğlu, Hamza Özbal, Gani Müjde, Osman Sınav, İsmet Arasan, Nural Benli, Zeynel Abidin Elçioğlu, Atay Sözer; Usta'nın 3.dönem öğrencileriyiz...
Hoca o zamanlar 60 yaşında...
"Yorgun Usta" dedirtiyor kendine, ihtiyarlık moduna iyice girmiş...
"Hocam artık film çekmeyecek misiniz?" diyoruz
"Yeter o kadar" diyor,
E 20'li yaşlardaki biz haytalara göre 60 yaş çok fazla (Bir de şimdi 60'a çeyrek kala olan bizlere sor)
Senaryo dersindeyiz, herkes yazdığı sahneyi okuyacak, üstüne tartışacağız.
Rahmetli arkadaşımız Sezai okuyor yazdığını;
"10 yaşlarında çocuk oynuyor, 20 yaşlarında genç oturuyor, kapı açılır içeri 40 yaşlarında bir ihtiyar girer..."
Hoca kulaklarına inanamıyor, yanlış duyduğunu sanıp soruyor:
"Ne dedin?"
Sezai yineliyor;
"40 yaşlarında bir ihtiyar girer..."
Hoca dehşet içinde bakıp haykırıyor;
"Sen şimdi 40 yaşındakine ihtiyar mı diyorsun?"
Sezai bir anlam veremiyor bu kadar hayret etmesine, çok doğal bir şekilde yanıtlıyor;
"Eveeeet !"
Hoca dayanamayıp patlıyor;
"Ulan o zaman biz ne oluyoruz!"
O gün şamatadan ders kaynıyor, ama Hoca da ondan sonra fazla ihtiyarlık moduna girmiyor.
Büyük Usta bundan sonra daha uzun yıllar yaşayıp 95 yaşında bir delikanlı olarak aramızdan ayrılıyor.
10 Kasım 2012 Cumartesi
26 Ekim 2012 Cuma
ROMANTİK KURBAN BEHLÜL
Benim için çok özel bir anlamı olan bir öyküdür, nedenini öykünün
sonunda “Öykünün öyküsü” bölümünde açıklıyorum.
ROMANTİK KURBAN BEHLÜL
Her bayram aynı hikâye; hanım, kayınvalide, çocuklar başımda;
“Biz bu bayram da mı kurban kesmeyeceğiz?” diye... Her sefer bir bahaneyle atlatıyorum ama artık bahaneler bitti.
“Tamam” dedim, “Bu bayram kesiyoruz”...
Gittim, hayvan pazarına bakıyorum; almak ne mümkün! Hepsi ateş pahası, satıcı, anladı cebimde para olmadığını herhalde;
“Ne bakıyon hemşerim, alıcı mısın?” diye seslendi. Böyle terbiyesizlere anında yanıtım hazırdır,
“Yok almayacağım, içlerinde bir tanıdık var mı diye bakıyorum.”
Satıcı benden hazırcevap çıktı;
“O vakit ileri bak, büyükbaşlar orada satılıyor.”
E tabii fiyatlar bu kadar artarsa, satıcılar da böyle küstahlaşırdı, uzaklaştım. Maksat eve bir koç götürmek, öyle ahım şahım bir şey olmasına gerek yok. Bulacağım sonunda, aramaya devam. Bu pazarlarda en sevmediğim şey kolu kaptırmak, kolu kaptırdın mı yandın; satıcı kolunu bir tuttu muydu satana kadar sallar, ya koçu alacaksın ya da kolun çıkacak. Ha eğer sen satıcıdan daha kuvvetliysen ne ala… O yüzden ellerim cebimde dolanıp dişime göre bir satıcı arıyorum ama ne mümkün, hepsi de Koca Yusuf, Kel Aliço misali ; bir ikisi kolumu kapmak için hamle ettiyse de çevik hareketlerle ellerinden kurtulmayı başardım.
İleride efendiden bir adam; yanında dünya güzeli bir koç, orada öyle duruyor... Kimbilir kaç para verdi buna, herhalde onu da ailesi zorladı buraya gelmeye... Dikkat ettim bir şeyler mırıldanıyor, dua ediyor galiba. Biraz dikkat edince dua etmediğini anladım...
“Satılık koç, satılık koç” diye bir şeyler söylüyor... Yahu bu koçu satıyor resmen. Halbuki satıcıya hiç ama hiç benzemiyor, görseniz öğretmen emeklisi falan sanırsınız…
“Kaça bu ?”
Hüzünlü hüzünlü yüzüme baktı.
“Alacaksınız galiba !”
Bütün antikalar da gelir bana çatar zaten, ne demek “alacak mısınız?” adam sanki almamı istemiyor.
“E herhalde alacağız, yoksa ne işim var burada…”
Sanki kahroldu, dünya başına yıkılmıştı; “çok zayıftır, pek et çıkmaz bundan, yaşlıdır da eti kart olur…”
Dürüst bir satıcıyla karşılaşmanın mutluluğu ve de şaşkınlığı içindeydim… Koçu şöyle bir yokladım; çok da esaslı bir koçtu… Ama beğendiğimi belli edersem fiyatı arttırabilirdi.
“Haklısın biraz zayıf bir koç…”
“Behlül efendim Behlül, koç değil… Adı Behlül’dür”
Zaten dünyadaki bütün çatlaklar da gelir beni bulur; koçuna isim takmış bir deliyle karşı karşıyaydım. Ama önemli olan bir kurbanlık götürüp ev ahalisinin dırdırından kurtulmaktı…
“Eee ne vereceğiz buna?”
“Karamela, karamelaya bayılır, sabah akşam birer avuç veriyorum”…
“Onu sormadım, fiyatı nedir fiyatı?”
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı, sanki böyle bir soruyu beklemiyordu…
“Yahu sen bunu satmak istemiyor musun birader?”
“Karım istiyor”
“Karın ne istiyor?”
“İşte Behlül’ümü satmak istiyor…”
Hiçbir şey anlamamış olmanın aptallığı içinde bakarken, o hüzünlü öyküsünü anlattı…
“Şimdi bu Behlül benim elime doğdu; bunu bir anacığı vardı Safinaz; o da elime doğmuştu. Zavallıcık bunu doğurduktan sonra sizlere ömür. Bu Behlülcük bana Safinaz’dan yadigar. Daha şu kadarcıkken biberonla süt içirirdim, soğuk kış gecelerinde koyun koyuna yatardık… Derken ev sahibi geldi…”
“Gece vakti!”
“Hayır ev sahibi geçen gün geldi; gündüz vakti… Evde hayvan beslediğimiz için şikayet etti; kat kanunu mu ne öyle bir şey varmış, bu da ona aykırı mıymış neymiş…”
Mesele anlaşılmıştı, evinde koç besleyen bir çatlaktı, öğretmenlikten emekliymiş, adamın bu koç merakı yüzünden girdikleri her evden kovulmuşlar. Ev sahipleri kiracı alırken önce iyi bir sorguya çeker taliplerini; evli misin bekar mısın, çocuğun var mı, çocuklar kaç yaşında, kedi köpek besler misin türünden ahret sorularını sıralarlar. Bunlara da soruyorlarmış tabii, kedi köpek beslemediklerini beyan edip giriyorlarmış. Yalan değil, kedi köpek beslemiyorlardı; hiçbir ev sahibinin aklına koç besliyor musunuz sorusunu sormak gelmediğinden evi tutuyorlarmış. Kıymet de ondan sonra kopuyormuş ama mahkeme falan derken evde bir iki sene oturuyorlarmış. Ama artık karısının canına tak demiş, “bıktım bu yaştan sonra ha bre göç etmekten, ya bu koç ya ben” diye ültimatomu vermiş… Bizimki yalvarmış yakarmış ama nafile dinletememiş; “bak önümüz bayram, götür hayvan pazarına sat” demiş o da kendini burada bulmuş…
Karşımda acemi bir satıcı bulmanın mutluluğu içindeydim, bugüne kadar hep usta satıcıların elinde kazık yedim şimdi sıra bendeydi artık… Yediğim bütün kazıkların acısını çıkartabilecektim… Yapıştım eline, koluna başladım sallamaya…
Zavallının hiçbir şeyden haberi yok, ben pazarlık için kolunu sallıyorum o tokalaştığımızı sanıyor… Bir fiyat söyledim “tamam” dedi… Etme kardeşim, yapma bana bunu; öyle hemen “tamam” denir mi, yüksek bir fiyat söyleyeceksin, ben biraz daha arttıracağım sonra ortada bir yerde buluşacağız. Etme bana bunu, bırak da acemi bir satıcı bulmuşken pazarlık zevkini doya doya yaşayayım. Ama yok; ilk söylediğim fiyata “tamam” dedi… Eh yapılacak bir şey yoktu, saydım parayı kestik hesabı…
Koçu kaptığım gibi eve getirdim, bu işe en çok karım sevindi; “hah kedi olalı nihayet bir fare tutabildin” diye iğnelemeyi de ihmal etmedi. Koçu arka bahçeye bağladık koyduk önüne bir avuç üzüm, çıktık odamıza yattık…
Gecenin bir vakti kapı çaldı; fırladık, yüreğimiz ağzımıza geldi tabii… Açtım kapıyı, bizim satıcı… Son derece kibar bir edayla;
“Bu saatte rahatsız ettiğim için çok ama çok özür diledim efendim, biliyorum yattığım büyük bir münasebetsizlik ama, ne yapayım; inanın gelmek zorundaydım” eh böyle bir özürden sonra kızmak olası değildi;
“Estağfurullah efendim, buyurun… Herhalde rüyanızda gördünüz…” diye imalı bir espri yaptım sadece…
“Evet, rüyamda gördüm… Nereden bildiniz?” diye şaşırdı…
“Kimi gördün rüyanda!” diye karşılıklı şaşırmalarımızı sürdürdüm…
“İşte Behlül’ü gördüm…”
“Kimi kimi?” diye merakla soruyordu kayınvalide… Bu arada koçun adının Behlül olduğunu kayınvalideye anlatana kadar göbeğim çatladı.
“Tövbe töve, hiç elin hayvanına insan ismi takılır mı diye” söylendi…
Satıcı ağlamaklı olmuştu;
“Rüyamda ağlıyordu, çok sıkıntılıydı garibim, beee beeee diyordu; eğer izin verirseniz iki dakikacık görebilir miyim”…
Böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordum, ama madem iki dakikacık görmek istiyordu eh izin vermekten başka bir çare yoktu…
“Geç bak bakalım, arka bahçede bağlı”…
“Nee… Bağladınız mı! Ah anam, hiç alışık değildir bağlanmaya, tevekkeli değil onun için sıkıntılıydı” diyip arka bahçeye koştu…
Çocuklar da dışarı çıkmış ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı… Ben herkese dikkatli olmasını söyledim, adam kesin deliydi, ne yapacağı belli olmazdı… Peşinden gittik; bu eğilmiş koçun yanına, seviyor, okşuyor, yanında getirdiği üzümü yediriyordu…
“Belhül’üm güzel evladım benim, nasılsın, iyi misin; ah bağladılar mı seni, bak yengenin de selamı var. O da özledi seni, biraz aksidir huysuzdur ama seni sever inan…” diye konuşuyordu resmen… Sonra yanıma geldi ağlamaklı olmuştu…
“Yüzüme bakmadı, gücendi herhalde; e haklı kim olsa gücenir, insan hiç arkadaşını satar mı?” Bu hüzünlü bakış içime oturmuştu doğrusu. Çocuklarıma baktı, başlarını okşadı…
“Çocuklar Behlül size emanet; tamam mı” dedi, gözyaşlarını eliyle silerek uzaklaştı…
O dakikadan itibaren çocukların tek derdi Behlül oldu, Behlül aşağıya Behlül yukarıya, her dakika Behlül’ü yürüyüşe çıkartıyorlar.
“Çocuklar etmeyin eylemeyin, köpek değil o; koçlar yürüyüşe çıkartılmaz, konu komşuya rezil olacağız” diyorum dinleyen kim…
Bayrama daha üç gün var, bizimkiler bütün gün Behlül’ün yanında… O satıcı da günde beş altı kez bizde, her seferinde bir bahane uydurup çat kapı geliyor… Kiminde şeker getiriyor, kiminde karamela. Bir kere elinde bir bebe losyonuyla geldi, Behlül’ü yıkarken bunu kullanmalıymışız, başkası gözünü yakıyormuş…
“Yahu koç yıkanır mı!” demem para etmedi tabii, çocuklar banyoya sokup bir güzel yıkadılar… Bu arada satıcı, karımla kayınvalideye Behlül’ü anılarını anlatıp hep birlikte ağlıyorlar. Televizyondaki pembe dizileri bile seyretmez oldular. Niye seyretsinler ki, Behlül’ün maceraları daha fazla ağlatıyor adamı… Mübarek sanki koç değil, Kemalettin Tuğcu’nun Öksüz Çocuğu. Başına gelmedik kalmamış, annesi doğururken ölmüş, tek başına kalmış, hep evden atılmış, sonunda kurban pazarına düşmüş ve hain bir adam onu kesmek için almış… Buradaki hain adam, ben oluyorum tabii. Karım, kaynanam çocuklar bana düşmana bakar gibi bakıyorlar artık. Kendimi “Avare mu” nun kötü adamı Kaya gibi hissetmeye başladım… Ama yağma yok, koç koç diye başımın etini yiyen sizlersiniz…. Bu koç kesilecek, kesmeyip ne halt edeceğiz; değil mi efendim. Kesmeyelim de besleyelim mi yani!..
Karım süt kaynatıp içiriyor, kaynatıyor ki mikrop kapmasın; öyle “alışmış” çünkü, başka türlü içemezmiş haspam…
Bayram günü çıktım dışarı, kasap söz verdiği saatte gelmişti… Karım, kaynanam çocuklar beni protesto edip yanıma gelmemişlerdi, evde bir matem havası vardı… Yok yok, kararlıydım, yumuşamayacaktım kesinlikle… Bu arada komşu evler kurbanlarını kesmeye başlamışlardı, hayvanlar birer birer boğazlanıyordu…
“Haydi kasap efendi, bitir şu işi biran önce”…
Kasap, yere çukuru kazdı, Behlül’ün ayaklarını, bağladı, gözlerini mermerşahiyle örtüp bıçağını bilemeye başladı… Gözüm kapının önünde duran satıcıya ilişti; sanki birazdan idam edilecek arkadaşına son görevini yapmaya gelmişti, ağlamaktaydı…
Onu o halde görünce bir tuhaf oldum, ilk kez içim burkuldu, boğazımda bir şey düğümlendi…
Kasap, Behlül’ü çukurun önüne yatırdı; önce bıçağın tersiyle boynunu hafiften okşayarak ilahi söylemeye başladı…
Kasap bembeyaz oldu, besmele çekerek bıçağı elinden fırlattı, dua ederek kalbini tutuyordu…
Hemen koşup Behlül’ü çözmeye başladım. Kasap bağıranın ben olduğunu anlayınca biraz rahatladı.
“Sen miydin, Allah müstahakkını versin, ben de Cebrail aleyhisselamın sesi sandım da yüreğim ağzıma geldi” diye söylendi… İkinci bir Hazreti İbrahim mucizesi bekleyen kasap düş kırıklığı içindeydi…
Beni camdan izleyen karım, kayınvalide ve çocuklar koşarak gelip boynuma sarıldılar; satıcı yanıma gelip ellerime sarıldı. Hepsinin gözünde bir anda kahraman olmuştum.
Behlül şimdi ailemizin bir bireyi oldu, bizimle birlikte sofraya oturuyor, bir yere gittiğimizde bizimle geliyor. Alışık olmadığı için bahçeye çıkartmıyoruz, banyoda bir yer yaptık orada kalıyor. Bu arada satıcı beyle de akrabadan yakın olduk. Her gün bizim evde, karısını da getirip tanıştırdı…
Aklınızda olsun büyücek bir ev arıyoruz; satıcı bey, karısı, bizimkiler ve Behlül’ün rahatça yaşayabileceği bir ev…
(Canlanan Öykü Karakteri)
1991 yılında “Romantik Kurban Behlül” adlı öykümü Tv filmi senaryosu olarak uyarladım. Başrollerini Zeki Alasya- Metin Akpınar’ın oynadıkları, her bölümü bağımsız öykülerden oluşan “Biz Bize Benzeriz” adlı Tv dizisinin ilk bölümü olarak kurban bayramının ilk günü yayınlandı.
Bu bölümü izleyen özellikle iki kişi benim için çok önemliydi. Dönemin Cumhurbaşkanı ve eşi bayram için bulundukları köşkte izledikleri bu filmden çok etkileniyorlar. Cumhurbaşkanının aklına hemen ertesi gün kesmek için aldıkları koç geliyor; o koçu bizim Behlül’e benzetiyorlar. Neticede koçlarına Behlül adını verip kesmekten vazgeçiyorlar ve Behlül, köşkün maskotu olarak yaşamını sürdürüyor. Bu olayı yıllar sonra bir gazete haberinden öğrendim, Behlül bakıcısın yanında poz vermişti.
Bilmiyorum sizce ne kadar önemli bir şey ama beni bir yazar olarak çok etkiledi. Yazdığınız yazı yaşamın olumlu biçimde değişmesine neden oluyor. Hayali kahramanınız Behlül bir anda gerçek bir karakter olarak karşınıza çıkıyor. Yazınız, bir yaşam kurtarıyor; varsın bir hayvanın yaşamı olsun… Bu hiç kimsenin umurunda olmasa bile en azından ben ve Behlül için çok büyük bir olaydı.
ROMANTİK KURBAN BEHLÜL
Her bayram aynı hikâye; hanım, kayınvalide, çocuklar başımda;
“Biz bu bayram da mı kurban kesmeyeceğiz?” diye... Her sefer bir bahaneyle atlatıyorum ama artık bahaneler bitti.
“Tamam” dedim, “Bu bayram kesiyoruz”...
Gittim, hayvan pazarına bakıyorum; almak ne mümkün! Hepsi ateş pahası, satıcı, anladı cebimde para olmadığını herhalde;
“Ne bakıyon hemşerim, alıcı mısın?” diye seslendi. Böyle terbiyesizlere anında yanıtım hazırdır,
“Yok almayacağım, içlerinde bir tanıdık var mı diye bakıyorum.”
Satıcı benden hazırcevap çıktı;
“O vakit ileri bak, büyükbaşlar orada satılıyor.”
E tabii fiyatlar bu kadar artarsa, satıcılar da böyle küstahlaşırdı, uzaklaştım. Maksat eve bir koç götürmek, öyle ahım şahım bir şey olmasına gerek yok. Bulacağım sonunda, aramaya devam. Bu pazarlarda en sevmediğim şey kolu kaptırmak, kolu kaptırdın mı yandın; satıcı kolunu bir tuttu muydu satana kadar sallar, ya koçu alacaksın ya da kolun çıkacak. Ha eğer sen satıcıdan daha kuvvetliysen ne ala… O yüzden ellerim cebimde dolanıp dişime göre bir satıcı arıyorum ama ne mümkün, hepsi de Koca Yusuf, Kel Aliço misali ; bir ikisi kolumu kapmak için hamle ettiyse de çevik hareketlerle ellerinden kurtulmayı başardım.
İleride efendiden bir adam; yanında dünya güzeli bir koç, orada öyle duruyor... Kimbilir kaç para verdi buna, herhalde onu da ailesi zorladı buraya gelmeye... Dikkat ettim bir şeyler mırıldanıyor, dua ediyor galiba. Biraz dikkat edince dua etmediğini anladım...
“Satılık koç, satılık koç” diye bir şeyler söylüyor... Yahu bu koçu satıyor resmen. Halbuki satıcıya hiç ama hiç benzemiyor, görseniz öğretmen emeklisi falan sanırsınız…
“Kaça bu ?”
Hüzünlü hüzünlü yüzüme baktı.
“Alacaksınız galiba !”
Bütün antikalar da gelir bana çatar zaten, ne demek “alacak mısınız?” adam sanki almamı istemiyor.
“E herhalde alacağız, yoksa ne işim var burada…”
Sanki kahroldu, dünya başına yıkılmıştı; “çok zayıftır, pek et çıkmaz bundan, yaşlıdır da eti kart olur…”
Dürüst bir satıcıyla karşılaşmanın mutluluğu ve de şaşkınlığı içindeydim… Koçu şöyle bir yokladım; çok da esaslı bir koçtu… Ama beğendiğimi belli edersem fiyatı arttırabilirdi.
“Haklısın biraz zayıf bir koç…”
“Behlül efendim Behlül, koç değil… Adı Behlül’dür”
Zaten dünyadaki bütün çatlaklar da gelir beni bulur; koçuna isim takmış bir deliyle karşı karşıyaydım. Ama önemli olan bir kurbanlık götürüp ev ahalisinin dırdırından kurtulmaktı…
“Eee ne vereceğiz buna?”
“Karamela, karamelaya bayılır, sabah akşam birer avuç veriyorum”…
“Onu sormadım, fiyatı nedir fiyatı?”
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı, sanki böyle bir soruyu beklemiyordu…
“Yahu sen bunu satmak istemiyor musun birader?”
“Karım istiyor”
“Karın ne istiyor?”
“İşte Behlül’ümü satmak istiyor…”
Hiçbir şey anlamamış olmanın aptallığı içinde bakarken, o hüzünlü öyküsünü anlattı…
“Şimdi bu Behlül benim elime doğdu; bunu bir anacığı vardı Safinaz; o da elime doğmuştu. Zavallıcık bunu doğurduktan sonra sizlere ömür. Bu Behlülcük bana Safinaz’dan yadigar. Daha şu kadarcıkken biberonla süt içirirdim, soğuk kış gecelerinde koyun koyuna yatardık… Derken ev sahibi geldi…”
“Gece vakti!”
“Hayır ev sahibi geçen gün geldi; gündüz vakti… Evde hayvan beslediğimiz için şikayet etti; kat kanunu mu ne öyle bir şey varmış, bu da ona aykırı mıymış neymiş…”
Mesele anlaşılmıştı, evinde koç besleyen bir çatlaktı, öğretmenlikten emekliymiş, adamın bu koç merakı yüzünden girdikleri her evden kovulmuşlar. Ev sahipleri kiracı alırken önce iyi bir sorguya çeker taliplerini; evli misin bekar mısın, çocuğun var mı, çocuklar kaç yaşında, kedi köpek besler misin türünden ahret sorularını sıralarlar. Bunlara da soruyorlarmış tabii, kedi köpek beslemediklerini beyan edip giriyorlarmış. Yalan değil, kedi köpek beslemiyorlardı; hiçbir ev sahibinin aklına koç besliyor musunuz sorusunu sormak gelmediğinden evi tutuyorlarmış. Kıymet de ondan sonra kopuyormuş ama mahkeme falan derken evde bir iki sene oturuyorlarmış. Ama artık karısının canına tak demiş, “bıktım bu yaştan sonra ha bre göç etmekten, ya bu koç ya ben” diye ültimatomu vermiş… Bizimki yalvarmış yakarmış ama nafile dinletememiş; “bak önümüz bayram, götür hayvan pazarına sat” demiş o da kendini burada bulmuş…
Karşımda acemi bir satıcı bulmanın mutluluğu içindeydim, bugüne kadar hep usta satıcıların elinde kazık yedim şimdi sıra bendeydi artık… Yediğim bütün kazıkların acısını çıkartabilecektim… Yapıştım eline, koluna başladım sallamaya…
Zavallının hiçbir şeyden haberi yok, ben pazarlık için kolunu sallıyorum o tokalaştığımızı sanıyor… Bir fiyat söyledim “tamam” dedi… Etme kardeşim, yapma bana bunu; öyle hemen “tamam” denir mi, yüksek bir fiyat söyleyeceksin, ben biraz daha arttıracağım sonra ortada bir yerde buluşacağız. Etme bana bunu, bırak da acemi bir satıcı bulmuşken pazarlık zevkini doya doya yaşayayım. Ama yok; ilk söylediğim fiyata “tamam” dedi… Eh yapılacak bir şey yoktu, saydım parayı kestik hesabı…
Koçu kaptığım gibi eve getirdim, bu işe en çok karım sevindi; “hah kedi olalı nihayet bir fare tutabildin” diye iğnelemeyi de ihmal etmedi. Koçu arka bahçeye bağladık koyduk önüne bir avuç üzüm, çıktık odamıza yattık…
Gecenin bir vakti kapı çaldı; fırladık, yüreğimiz ağzımıza geldi tabii… Açtım kapıyı, bizim satıcı… Son derece kibar bir edayla;
“Bu saatte rahatsız ettiğim için çok ama çok özür diledim efendim, biliyorum yattığım büyük bir münasebetsizlik ama, ne yapayım; inanın gelmek zorundaydım” eh böyle bir özürden sonra kızmak olası değildi;
“Estağfurullah efendim, buyurun… Herhalde rüyanızda gördünüz…” diye imalı bir espri yaptım sadece…
“Evet, rüyamda gördüm… Nereden bildiniz?” diye şaşırdı…
“Kimi gördün rüyanda!” diye karşılıklı şaşırmalarımızı sürdürdüm…
“İşte Behlül’ü gördüm…”
“Kimi kimi?” diye merakla soruyordu kayınvalide… Bu arada koçun adının Behlül olduğunu kayınvalideye anlatana kadar göbeğim çatladı.
“Tövbe töve, hiç elin hayvanına insan ismi takılır mı diye” söylendi…
Satıcı ağlamaklı olmuştu;
“Rüyamda ağlıyordu, çok sıkıntılıydı garibim, beee beeee diyordu; eğer izin verirseniz iki dakikacık görebilir miyim”…
Böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordum, ama madem iki dakikacık görmek istiyordu eh izin vermekten başka bir çare yoktu…
“Geç bak bakalım, arka bahçede bağlı”…
“Nee… Bağladınız mı! Ah anam, hiç alışık değildir bağlanmaya, tevekkeli değil onun için sıkıntılıydı” diyip arka bahçeye koştu…
Çocuklar da dışarı çıkmış ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı… Ben herkese dikkatli olmasını söyledim, adam kesin deliydi, ne yapacağı belli olmazdı… Peşinden gittik; bu eğilmiş koçun yanına, seviyor, okşuyor, yanında getirdiği üzümü yediriyordu…
“Belhül’üm güzel evladım benim, nasılsın, iyi misin; ah bağladılar mı seni, bak yengenin de selamı var. O da özledi seni, biraz aksidir huysuzdur ama seni sever inan…” diye konuşuyordu resmen… Sonra yanıma geldi ağlamaklı olmuştu…
“Yüzüme bakmadı, gücendi herhalde; e haklı kim olsa gücenir, insan hiç arkadaşını satar mı?” Bu hüzünlü bakış içime oturmuştu doğrusu. Çocuklarıma baktı, başlarını okşadı…
“Çocuklar Behlül size emanet; tamam mı” dedi, gözyaşlarını eliyle silerek uzaklaştı…
O dakikadan itibaren çocukların tek derdi Behlül oldu, Behlül aşağıya Behlül yukarıya, her dakika Behlül’ü yürüyüşe çıkartıyorlar.
“Çocuklar etmeyin eylemeyin, köpek değil o; koçlar yürüyüşe çıkartılmaz, konu komşuya rezil olacağız” diyorum dinleyen kim…
Bayrama daha üç gün var, bizimkiler bütün gün Behlül’ün yanında… O satıcı da günde beş altı kez bizde, her seferinde bir bahane uydurup çat kapı geliyor… Kiminde şeker getiriyor, kiminde karamela. Bir kere elinde bir bebe losyonuyla geldi, Behlül’ü yıkarken bunu kullanmalıymışız, başkası gözünü yakıyormuş…
“Yahu koç yıkanır mı!” demem para etmedi tabii, çocuklar banyoya sokup bir güzel yıkadılar… Bu arada satıcı, karımla kayınvalideye Behlül’ü anılarını anlatıp hep birlikte ağlıyorlar. Televizyondaki pembe dizileri bile seyretmez oldular. Niye seyretsinler ki, Behlül’ün maceraları daha fazla ağlatıyor adamı… Mübarek sanki koç değil, Kemalettin Tuğcu’nun Öksüz Çocuğu. Başına gelmedik kalmamış, annesi doğururken ölmüş, tek başına kalmış, hep evden atılmış, sonunda kurban pazarına düşmüş ve hain bir adam onu kesmek için almış… Buradaki hain adam, ben oluyorum tabii. Karım, kaynanam çocuklar bana düşmana bakar gibi bakıyorlar artık. Kendimi “Avare mu” nun kötü adamı Kaya gibi hissetmeye başladım… Ama yağma yok, koç koç diye başımın etini yiyen sizlersiniz…. Bu koç kesilecek, kesmeyip ne halt edeceğiz; değil mi efendim. Kesmeyelim de besleyelim mi yani!..
Karım süt kaynatıp içiriyor, kaynatıyor ki mikrop kapmasın; öyle “alışmış” çünkü, başka türlü içemezmiş haspam…
Çocuklar
bütün manavı Behlül’e taşıyorlar, ot nevinden ne varsa yediriyorlar.
Kaynanam işi iyice büyüttü; yağı, tuzu yerinde bir semizotu pişirip
hayvana yedirdi. Bu kadar özeni bana bile göstermemişlerdi… Ama bir
yerde iyi oluyordu, ne bulursa yiyip semirmesi neticede bize yarıyordu,
sonunda biraz daha fazla et görecekti midemiz…
Bayram günü çıktım dışarı, kasap söz verdiği saatte gelmişti… Karım, kaynanam çocuklar beni protesto edip yanıma gelmemişlerdi, evde bir matem havası vardı… Yok yok, kararlıydım, yumuşamayacaktım kesinlikle… Bu arada komşu evler kurbanlarını kesmeye başlamışlardı, hayvanlar birer birer boğazlanıyordu…
“Haydi kasap efendi, bitir şu işi biran önce”…
Kasap, yere çukuru kazdı, Behlül’ün ayaklarını, bağladı, gözlerini mermerşahiyle örtüp bıçağını bilemeye başladı… Gözüm kapının önünde duran satıcıya ilişti; sanki birazdan idam edilecek arkadaşına son görevini yapmaya gelmişti, ağlamaktaydı…
Onu o halde görünce bir tuhaf oldum, ilk kez içim burkuldu, boğazımda bir şey düğümlendi…
Kasap, Behlül’ü çukurun önüne yatırdı; önce bıçağın tersiyle boynunu hafiften okşayarak ilahi söylemeye başladı…
Tam kesmek üzereydi ki, “dur kesme sakın” diye bağırdım…
Kasap bembeyaz oldu, besmele çekerek bıçağı elinden fırlattı, dua ederek kalbini tutuyordu…
Hemen koşup Behlül’ü çözmeye başladım. Kasap bağıranın ben olduğunu anlayınca biraz rahatladı.
“Sen miydin, Allah müstahakkını versin, ben de Cebrail aleyhisselamın sesi sandım da yüreğim ağzıma geldi” diye söylendi… İkinci bir Hazreti İbrahim mucizesi bekleyen kasap düş kırıklığı içindeydi…
Beni camdan izleyen karım, kayınvalide ve çocuklar koşarak gelip boynuma sarıldılar; satıcı yanıma gelip ellerime sarıldı. Hepsinin gözünde bir anda kahraman olmuştum.
Behlül şimdi ailemizin bir bireyi oldu, bizimle birlikte sofraya oturuyor, bir yere gittiğimizde bizimle geliyor. Alışık olmadığı için bahçeye çıkartmıyoruz, banyoda bir yer yaptık orada kalıyor. Bu arada satıcı beyle de akrabadan yakın olduk. Her gün bizim evde, karısını da getirip tanıştırdı…
Aklınızda olsun büyücek bir ev arıyoruz; satıcı bey, karısı, bizimkiler ve Behlül’ün rahatça yaşayabileceği bir ev…
***
ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ
(Canlanan Öykü Karakteri)
1991 yılında “Romantik Kurban Behlül” adlı öykümü Tv filmi senaryosu olarak uyarladım. Başrollerini Zeki Alasya- Metin Akpınar’ın oynadıkları, her bölümü bağımsız öykülerden oluşan “Biz Bize Benzeriz” adlı Tv dizisinin ilk bölümü olarak kurban bayramının ilk günü yayınlandı.
Bu bölümü izleyen özellikle iki kişi benim için çok önemliydi. Dönemin Cumhurbaşkanı ve eşi bayram için bulundukları köşkte izledikleri bu filmden çok etkileniyorlar. Cumhurbaşkanının aklına hemen ertesi gün kesmek için aldıkları koç geliyor; o koçu bizim Behlül’e benzetiyorlar. Neticede koçlarına Behlül adını verip kesmekten vazgeçiyorlar ve Behlül, köşkün maskotu olarak yaşamını sürdürüyor. Bu olayı yıllar sonra bir gazete haberinden öğrendim, Behlül bakıcısın yanında poz vermişti.
Bilmiyorum sizce ne kadar önemli bir şey ama beni bir yazar olarak çok etkiledi. Yazdığınız yazı yaşamın olumlu biçimde değişmesine neden oluyor. Hayali kahramanınız Behlül bir anda gerçek bir karakter olarak karşınıza çıkıyor. Yazınız, bir yaşam kurtarıyor; varsın bir hayvanın yaşamı olsun… Bu hiç kimsenin umurunda olmasa bile en azından ben ve Behlül için çok büyük bir olaydı.
![]() |
İşte gerçek Behlül |
23 Ekim 2012 Salı
USTASINDAN YEMEK TARİFLERİ
GAZETECİ KAPAMA
Bu
yemek için malzeme seçimi çok önemlidir; öncelikle kapatılacak gazetecileri
dikkatle seçmek gerekir. Bunlardan her mevsim bulunduğu için işiniz kolaydır,
ama seçim yaparken dikkat edilmesi gereken noktalar vardır, her gazeteciden
kapama olmaz çünkü. Bunun için gazetecinin gerisini çevirip koklamanız
yeterlidir eğer kokuyorsa kapatılmaya uygundur. Gazeteciler farklı boylarda,
farklı ağırlıklarda olmasının önemi yoktur. Gazeteciler tencerenin içine tıklayarak
konulur, bunlar kendiliklerinden yağ saldıkları için ayrıca yağ ilave etmenize
gerek yoktur. Yalnız hiç tatları tuzları olmadığı için; tuz, karabiber, kimyon,
yenibahar, kekik, kimyon, fesleğen gibi ilave etmeniz ağzınızın tadının
kaçmaması için şarttır. Bol harlı ateş üzerinde iki dakika karıştırarak sofraya
getirebilirsiniz.
Kapatma
gazetecinin en büyük özelliği hangi yemeğe niyet ederek yerseniz o yemeğin lezzetini
verir. Örneğin “Kuzu pirzolası olsun” dediğinizde kuzu pirzolası, “Bumbar
dolması” dediğinizde bumbar dolması tadını alır.
Yalnız
dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır, bu yemeği sadece koltukta
otururken yiyebilirsiniz, kazara mabadınızı koltuktan bir şekilde kaldırdığınız
anda bu yemek ekşir, iğrençleşir, midenizi fena halde bozar. Siz de “Ne güzel
gayet uyumlu bir yemekti nasıl oldu da bir anda bu hale geldi” der ve bu işin
hikmetine akıl sır erdiremezsiniz…
PAŞA ÇORBASI
Paşalar
alınır, kıdem sırasına göre tezgâha dizilir; pişirilmeye geçilmeden önce bir
masatla dövülür, sirkeli su içinde bir süre bekletilip çıkartılır sonra tekrar
dövülür. Sonra geniş bir leğen içine konup soğan ve sarımsak ilave ederek çiğ
köfte gibi yoğrulur sonra tekrar dövülür, bir süre beklettikten sonra bir
yumurta kırılıp yoğrulur sonra tekrar dövülür, içine 1 kg tuz şeker, 1/2 tuz, 1
kg un eklenip karıştırılır üstüne üç yumurta kırılır. Karışımın üstü bir tülbentle
örtülür ve havasız bir ortamda üç gün bekletilir üç günün sonunda tekrar
dövülür. Paşaların iyice önce paşalıktan sonra insanlıktan çıktığına emin
olduğunda düdüklü tencereye konup kaynatılır ve servis edilir.
Afiyet
olsun…
ÖĞRENCİ HAŞLAMA
Öğrenciler
toplu olarak alınır, özellikle okul önlerinde harç protestosu yapan öğrenciler
tercih edilir. Öğrencilerin gözlerine biber gazı sıkılıp beklemeye alınır. Daha
sonra öğrenciler teker teker arkalı önlü dövülerek bir süre daha bekletilir.
Kıvama gelmiş öğrenciler kaynar kazana atılır, kapağı sıkıca kapatılıp
kaynatılır, suyunu çeken öğrenciler hemen servis edilir. Dişinizin kovuğuna
bile gitmeyeceğinden miktarı bol tutmakta yarar vardır.
SANAYİCİ OTURTMA
Bu
yemek için malzeme aramanıza gerek yoktur. Malzemeler size muhtaç olduklarını
bildikleri için kendiliğinden gelip “Bizi oturt” derler. Yapması da gayet
kolaydır, alıp oturtursunuz kendi kendine pişerler. Besin değeri yüksektir,
günün her saatinde yenebilir.
SANATÇIYA BASTI
Tiyatrocu,
sinemacı, ressam, heykeltıraş gibi türleri vardır. Özellikle ürünlerinin sizde
ucube izlenimi uyandıranları tercih edilir. Sanatçıların ellerini ayaklarını
bağlayıp kuytu, karanlık, havasız bir yere kapatırsınız, hiç bir şey üretemeyen
sanatçı sonunda bunalıma girer ve afakanlar basar. İşte şimdi servis edilmeye
hazırdır.
AYDIN DOLMASI
Kapama
kıstaslarına uymayan gazetecilerden, bilim adamlarından, yazarlardan yapılır.
Malzemeler kabak oyacağı ile teker teker oyulur. İçine elinize geçen, akılınıza
gelen gelmeyen ne varsa doldurulur ve bekletilir. Uzun süre bekletilen dolmalar
sonunda kendilerini sallarlar hemen tabağa alınıp üzerine limon sıkılır. Sanatçıya
Bastıyla birlikte servis edilirse tadından yenmez.
YANDAŞ BEĞENDİ
Yandaşlar
zaten yanınızdadırlar, okşayarak yumuşatılır bir sahana yerleştirilir. Pirinç,
şeker, un, nohut takviyesi yapılır, bir küfe kömürle yakacağınız ateşin
üzerinde hafif hafif pişmeye bırakılır.
HÂKİM BAYILDI
Yapılması
çok meşakkatli ama yapıldı mı da parmak yedirten bir yemektir. Hâkimi önce incitmeden
okşarsınız hafiften yağlarsınız. Ancak en ufak bir hatanızda hâkim hemen
bozulur, bozulan hâkim bir daha iflah olmayacağından kaldırıp atarsınız. Aynı
işlemi yeni bir ürün üzerinde uygulanır. Bunu yapmak ustalık gerektirir,
başarıya ulaşana kadar pek çok hâkimi harcayabilirsiniz. Sabrınıza
güveniyorsanız sonunda istediğiniz sonuca ulaşabilirsiniz. İstediğiniz kıvama
gelen yemeğinizi servis edebilirsiniz, garnitür olarak Hukuk ızgara tavsiye olunur.
HACILI HOCALI
Analı
kızlı denen yöresel yemeğin helal gıda versiyonudur. Bir adet tarikat bir adet
de cemaat mensubu aynı kabın içine konur bol miktarda badem ilave edilir ve
kaynamaya bırakılır. İmam hatip mezunu aşçı abdestini aldıktan sonra
karıştırmaya başlar. Hacıyla hoca birlikte hemhal olana kadar karıştırılır
sonra tabağa konur üzerine gül suyu dökülüp servis edilir.
ANAYASA SÖĞÜRTME
Ekip
halinde yapılan bir yemektir; bunun için maya niyetine kullanılmak için eski
bir anayasa gereklidir. Eski anayasa büyük bir hamur teknesinin içine konur.
Ekip teknenin içine girer, bir yandan eline geçen çeşitli malzemeyi (ne
olduğunun önemi yoktur) ilave ederken bir yandan da ayaklarıyla ezmeye
başlarlar. İyice cıvık bir kıvama gelinince ekip elemanları aralarında çöp çekişirler
kısa çöpü çeken yemeğin tadına bakar eğer ölmezse servis edilir.
MUHALEFET FIRINDA
Şayet
etrafta bir muhalefet bulursanız hemen alınız, tutulacak bir yanını bulursanız
tutunuz. Ayıklamak, temizlemek, yıkamak gibi eylemlere sakın kalkışmayınız
çünkü başa çıkmazsınız. Olduğu gibi fırına koyup son dereceye kadar açınız.
Ancak büyük bir ihtimalle muhalefetiniz kart olduğundan bir türlü pişmeyecektir.
Siz iyisi mi o fırında beklerken pizzacıya telefon edip büyük boy karışık
söyleyiniz, yanında promosyon kolayı yollamalarını tembih etmeyi unutmayın.
Muhalefetten hayır yok bari aç kalmayın.
KAYMAKLI İŞÇİ KADAYIFI
Bu
kadar yemeğin üstüne bir tatlı iyi gider… Bunun için çeşitli iş kollarından
aldığınız işçileri birbirlerine vurarak iç içe geçirirsiniz. İşkolu yüzdeleri
düşen işçiler mayışıp kendilerinden geçince sendikalarından arınıp pelte haline
gelirler. Kıvamını bunan işçiler bir tepsiye yatırılır üzerlerine bir ölçü
esnek çalışma şurubu dökülüp bir süre bekletilir. Sonra üzerine bir kalıp manda
kaymağı konulup servis edilir…
AFİYET OLSUN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)