DÖRDÜNCÜ MAYMUN
19 Ekim 2013 Cumartesi
5 Eylül 2013 Perşembe
Kadeş Savaşı'nı kim kazandı?
Savaş muhabbeti iyice sıktı; insanlar
Suriye’ye gireceğiz, girmeyeceğiz gerginliği içinde. Bu stresten uzaklaşmak
için isterseniz biraz tarihi bir konuya değinip kafamızı dağıtalım (Tabii mecazi anlamda).
Konumuz tarihin ilk savaşlarından
biri olan Kadeş Savaşı…
Bu savaş bugünkü Suriye sınırları içinde gerçekleşmiştir (Gene mi Suriye yahu, biz konudan çıkalım
derken konu gelip bize giriyor !)
Savaş bugünkü Anadolu topraklarında yaşayan Hititlerin Kralı
Muvatalli ile Mısır Firavunu Ramses arasında geçer…
Her savaş gibi bu savaş da elinin körü bir nedenden ötürü
çıkmıştır, dolayısıyla bir süre sonra çıkış nedeni unutulmuş ancak savaş
sürmüştür.
Oysa ki Muvattali ve Ramses’in arası kısa bir süre öncesine
kadar pek bir iyidir.
Ramses, Muvattali’yi ülkesine davet etmiş ve Nil kıyısında
birlikte sandal sefası yapmışlardır, daha sonra da Ramses, Muvattali’nin daveti
üzerine Hitit diyarına iade-i ziyarette bulunmuştur. Ailecek güzel bir tatil
geçirmişler ve Hititli ressamlara poz vermişlerdir. Bugün arkeoloji müzesini
ziyaret edenler Ramses ve Muvattali’nin bu resimlerini görebilirler.
Ama o ne olduğu unutulan elinin körü nedenden dolayı araları
iyice açılmıştır; Muvattali kırk yıllık Ramses’e gıcıklık olsun diye “Remses” demeye başlamıştır.
Eh Ramses de ondan aşağı kalmamaktadır “Bulaşma
bana bulaşırım sana” diye posta koymaktadır.
Bu arada deniz aşırı diyarlardan da Muvattali’yi gaza
getirenler vardır.
“Gidip gösterelim şu
Ramses’e gününü; hadi sen git gir ben de geliyorum” demektedirler.
Muvattali de bu gaza fazlasıyla gelip “Ama ben şöyle bir kapıdan bakıp gitmem, girdim mi tam girerim; o
Remses’i piramitsiz gömmeden gelmem” diye işin suyunu çıkartmaktadır
“Gir anasını satiim…” diyerek gaz gelişi
devam etmektedir.
Muvattali savaş elbiselerini giydi, silahlarını
kuşandı;
“Ben gidiyorum siz de geliyor musunuz?”
diye deniz ötesine seslendi.
Deniz ötesinden
ses geldi “Tamam yahu, teknoloji daha
gelişmedi öyle ha deyince gelinmiyor; daha gemileri tersaneden çıkartacağız,
forsaları bulacağız, yelkenleri diktireceğiz. Sen başla hele biz yetişiriz
merak etme”
Bu garanti
üzerine Muvattali, Ramses’in üzerine yürüdü…
İki ordu Kadeş
meydanında kıyasıya bir savaşa başladı…
Deniz ötesinden
hiçbir zaman yardım gelmedi…
İki tarafta da
birlerce insan hayatını kaybetti…
Baktılar ki
kimse kazanamayacak, bir barış antlaşmasına karar verdiler ve tarihin ilk antlaşması
olan Kadeş Antlaşması imzalandı…
Muvattali,
Ramses’e gene “Ramses” demeye
başladı…
İki ülke bu
savaştan uğradıkları zararı uzun süre gideremedi; savaşın tam bir galibi yoktu.
Herkes gene başlangıçta olduğu topraklarına sahipti sadece her iki tarafta da
nüfus azalmış ve pek çok yer yıkılmıştı.
Daha sonraki
yıllarda Mısırlı tarihçiler bu savaşı Mısır’ın zaferi olarak yazdılar…
Hititlilere
gelince… Ne yazık ki artık Hitit diye bir ülke olmadığından “Bu savaşı aslında Hititler kazanmıştır”
diyecek bir tarihçileri de yoktu.
22 Ağustos 2013 Perşembe
29 Temmuz 2013 Pazartesi
6 Temmuz 2013 Cumartesi
Sigaramda Mao Var
Toplumların zaman zaman içinden geçtikleri paranoya dönemleri olabiliyor. Örneğin 2.Abdülhamit dönemi. En başta Abdülhamit’in kendi bizzat paranoya içinde olduğundan bu kademe kademe topluma yansımıştı. Kendinden önceki padişahlar çeşitli darbelerle kimi zaman da katledilerek alaşağı edildiklerinden “Beni ne vakit halledecekler?” endişesine kapılması doğaldı aslında. Bu yüzden kurulan jurnal sistemi ve sansür mekanizması o kadar zıvanadan çıktı ki “Burun” lafı eden bile “Zatı şahanelerinin burnu pek bir heybetlidir, sen şimdi neyi ima ediyorsun bre zındık?” diye okkanın altına gitti.
12
Mart, 12 Eylül keza 28 Şubat dönemlerinde de benzer paranoyalar yaşanmıştır.
![]() |
Mao ve ona benzetilen Bahar logosu |
“Bahar sigara paketinin amblemini yan çevirip
bakıldığında Mao’nun portresi çıkıyor; 2,5 liranın arka yüzündeki Atatürk
resmini ters çevirip, kalpağını parmağınızla kapattığınızda Lenin’in silueti
beliriyor” türünden iddialar ciddi
ciddi tartışılmıştı. Hatta ben bile uzun süre incelememe rağmen ne Mao’yu ne de
Lenin’i görünce “Galiba bende bir
tuhaflık var” diyerek başka bir paranoya içine girmiştim.
![]() |
Senatör McCarthy başlattığı cadı avıyla tarihe geçti |
Bu
sadece bize özgü bir durum değil tabii Amerika da McCarthy soruşturmalarında
ciddi bir paranoya dönemi geçirmiştir. Cadı
Avı tüm dehşetiyle uygulanmıştır. Aydınlar, bilim adamları sanatçılar (ki özellikle sinemacılar) akıl
tutulmalarının yaşandığı sorgulamalara maruz kalmışlardır. Kimileri hemen
çözülüp arkadaşlarını ihbar ederek günü kurtarmışlar, kimileri de sağlam
omurgalarıyla dimdik durup işsiz kalmışlardır. Ama bugün tarih her iki tarafı
da bir şekilde anıyor. Başarılı bir kariyeri olan Elia Kazan, Oscar töreninde
protesto ediliyor, sinema tarihine başarılarının yanında “ama muhbir” sıfatı
eklenerek geçiyor.
Gelelim bugüne; Gezi Direnişi adıyla başlayıp
dalga dalga büyüyen hareket; en tepede zaten var olan bir paranoyayı tetikledi
ve kademe kademe yayılmaya başlandı.
Twiter,
Facebook mesajları; Cep telefonlarından Zello konuşmaları, Tiyatro oyunlarıyla
yapılan darbe provaları vs. Bunların Bahar paketindeki Mao resmi iddiasından
çok daha zırva olduğu kuşkusuz. Eh aradan geçen bunca zamanda zırvalama
konusunda da bir gelişme kaydedelim müsaadenizle.
Bu
paranoyalar ciddi bir insan harcama dönemi başlattı; özellikle medya ve dizi
sektörlerindekiler göz önünde olduklarından daha çok uğruyorlar bu kıyıma.
Kişiler
hedef gösteriliyor alenen; sadece savcıları değil psikopat katilleri de göreve çağırıyorlar
adeta.
Artık
bir tesadüf müdür bilemem (Bende de mi
paranoya başladı nedir?) tam da bu dönemde gazeteler, televizyonlar el
değiştirmeye başladı. Yeni patronlar yazarlarını, programcılarını işten
çıkartmaya başladılar; stoklanmış yarışma programları, sunucuları sakıncalı
hale geldi diye (ne demekse!) çöpe
atılıp yeniden yeni bir sunucuyla çekilmeye başlanıyor (o yeni sunucunun da balıklama işi alması ayrı bir yazı konusu); müzisyenlerin konserleri iptal ediliyor,
dizilerin senaryo yazarlarının işlerine son veriliyor. Yeni dizilerin kadroları
artık ellerdeki kara listelere bakılarak yapılıyor. Tepeden tek bir adamın
emriyle olmuyor elbette bütün bullar. Ancak bulaşan yaygınlaşan paranoya “Aman neme gerek başımız ağrımasın, çizelim
üstünü gitsin” diyerek yapacağını yapıyor. Daha yeni liman ihalesi alan
medya patronundan farklı bir davranış bekler misiniz? (Ne
yapsın yani, pişmiş aşına su mu katsın!)
Bir
paranoya döneminde olduğumuz artık tartışılmaz, ne kadar sürer bilemiyorum ama
sonunun ne olacağı belli; bugün üstleri çizildikleri halde dik duranlar o zaman
da aynı şekilde durmayı sürdürecekler gerisini ötekiler düşünsün artık. Tarihe
Elia Kazan gibi muhalefet şerhi düşülerek geçmek de var…
1 Temmuz 2013 Pazartesi
2 Temmuz Sivas'ın En Karanlık Günü
Madımak Yanıyor- 2 Temmuz 1993...37 can anısına... (Otobüs oyunundan)
SİVAS ACISI
Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var
Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı
Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi
Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde
Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var
Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı
Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi
Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde
Aziz Nesin
28 Haziran 2013 Cuma
GEZİNİN ÖTEKİ YANI
MUTLU VALİ: Gezi Parkı’nda olanlar endişe etmesinler; müdahale olmayacaktır. Vallahi de billahi de olmayacaktır bak yeşil tuttum bir Allah, pardon yeşil kalmamış tutamıyorum ama yemin ediyorum işte; isteyen cepten beni arasın konuşurum, isterlerse ödemeli bile arayabilirler; buyurun gelin birlikte çay içelim poğaça da var; bakın kesinlikle gaz falan sıkılmayacak öhö öhööö bu ne… Yahu evladım bari gaz sıkmadan önce cümlemi bitirmemi bekle, bütün valilik karizmamı çiziyorsun, bak anılarımı yazmaya başladım seni de yazacağım ona göre…
DOKTOR MİMAR
MUHALLEBİCİ BAŞKAN : Vallahi de billahi de bi günahım; emri ferman yüce
sultanımızın. Küçükken de hep aynı olurdu, bana bir oyuncak alırlardı bir heves
oynamak istediğimde hep ağabeyim alıp o oynardı, bir türlü hevesimi alamazdım.
Şimdi de aynı oluyor, bir türlü İstanbul’la oynayamıyorum, oynamak şöyle dursun
göstermiyor bile. Nasıl bir şey olduğunu bile unuttum. Topçu Kışlası diye bir
şey yapacakmış, hadi göstermiyorsun bari ne yapacağın hakkında bir bilgi ver;
gazeteciler bir şey soruyor kem küm cevap veriyorum haydiii tam tersini
söylüyor. Adamlar sonra “Sen orada bostan
korkuluğu musun?” demezler mi? Ah kafa ah ne diye bulaşırsın bu işlere,
otur kazandibi tavukgöğsü sat adam gibi…
MİSBAH BAŞKAN: Ben
konuşmam, benim ağzımdan laf alamazsınız… Ne demek “Taksim’de bundan sonra ne olacak?”
ne anlamsız bir soru. Ben ne bileyim, belediye başkanı mıyım ? Pardon ne
dediniz ? Sahi ya bir ara belediye başkanı seçilmiştim, unutmuştum valla… Ama
olsun gene de konuşmam, muhallebici başkanım konuştukça madara oluyor, ondan
ibret alıp susuyorum. Hem bırakın bu anlamsız şeyleri ben size pederimden
duyduklarımı anlatayım da şaşın kalın, cennette verilecek olan huri ve gılman
sayısına zam gelmiş biliyor muydunuz? Gezi’yi falan bırakalım da doğru cennete
gidip kuralım çadırlarımızı…
İÇ İŞİMİN BAKANI: Toma’mız var, biber gazımız, gaz bombamız, copumuz, plastik mermimiz... Bir heves çıktık tam girişeceğiz aaa herifler yayılmışlar çimenlere, kurmuşlar çadırları, kitap okuyorlar. Eskiden olsa kitap okumaları analarını ağlatmak için yeterli bir nedendi, ama şimdi pek yemiyor. Ne olur kalkıp bir şey söyleyin, bir hareket falan çekin bari. Bu kadar polisi getirip diktik buraya sıkılıyor çocuklar… Yok mu bizim taşeronlardan kimse gelip taş maş atsın da saldırmaya bahanemiz olsun… Ahhh kafam… Nereden buldunuz bu geri zekâlı taşeronu, taş at dedikse kafama mı at dedik?
POLAT ALEMDAR: Bize azar azar nazar değdi; biz her zaman söylemiş bulunmuştuk, yok yani dediğim üzere aynen böyle oluyor bir şeyler yapalım çabuk olalım ama acele etmeden hızlı hızı ve yavaşça bitirelim yani. Bakın kedilerin gözleri vardır, fosforludur parlar ayrıca kedilerin kuyruğu da olur kediler dört ayaklıdır ve dört ayakları üstüne düşerler. Kediler miyav miyav derler, fare tutarlar… Ne dediğimi anlattırabiliyor muyum, anlayan varsa bana da anlatsın sevabına çünkü ben ne dediğimden bir halt anlamadım.
KARİKATÜR HASAN: Aslında bizim oğlanla arkadaşı parka gittiğinden ben de mecburiyetten ilgileniyorum, yoksa vallahi de işim olmaz. Dedim ki sayın başbakanımıza, bunlar iyi çocuklar, bunlar sevgiye muhtaç, bunlar başları okşansınlar istiyor. Güldü bunları söyleyince, “merak etme okşarız” dedi. Bakın çocuklar söz verdi, okşayacakmış işte. Hadi bakiim evlerinize, zaten orası sidik kokuyor, size gelmiyor mu? Bi dakka yahu yoksa benden mi geliyor... Ya bu parkta gaz maskesinin yanında don da veriyorlar mıydı yahu? E karikatürcüyüm ya komiklik yapmam gerek böyle. Karikatür dedim de aklıma geldi İlhan Abi bir zamanlar “Yalakalık yapan karikatürist çizgiyle mizah sanatına istifa dilekçesi yazmış demektir, bu durumdaki karikatüristin bizzat kendi karikatüre dönüşür…” demişti ama kimi kast ettiğini pek anlayamadım, anlayan varsa beri gelsin…
HÜLYA YA SABIR: Ben
Gezi’yi pek bilmem, orası zaten kalabalık herkes oraya gidiyor. Şimdi gidersem
karambolde kimse beni fark etmeyecek. Ben de Gezi’ye gideceğime Başbakan’a
gittim orada da çaylar, poğaçalar bedava üstelik adam gibi kristal bardakta
veriyorlar. Ben aslında oradaki gençlere hak vermiyor değilim ama buradaki
gence de yani başbakana da veriyorum ama yani hak anlamında. Şimdi benim de
kızım var onun da sorunları var geçen gün bunun çıktığı çocuğa asılan bir
yellozun saçını başını yolmuş e parktakilerin de sorunları var. Bunu anlattım
başbakana, onlar da senin çocukların sayılır, dedim. Bir şey demedi, şöyle bir
baktı. Sonra bana bir animasyon gösterdi; Tom ve Jerry, ay bayıldım bayıldım o
küçücük fare kediye neler yapıyor öyle! Yani gül gül gül öldüm gülmekten. Sonra
“Gezi’dekilere ne yapacaksınız?”
dedim gene bir şey demedi ama gözlerinden ne yapacağını anladım. Burada
söyleyemem utanırım. “Peki o zaman ben
gideyim”, dedim; “Peki git o zaman,
zaten niye geldin ki?” dedi. Ben de çıkıp geldim işte. Hakkaten ben niye gitmiştim
ki?
POLİS HIDIR:
Amirim evde üç gündür sular kesik, Toma’yı bizim eve götürüp sevabına depoyu
doldursam mı? Burada ziyan oluyor, içim gidiyor. Milleti ille de ıslatacaksak
babadan kalma cop yöntemini kullanalım. Bir de biber gazı kuru fasulyeye sıkılıyor
muydu?
DEVLETLÜ VE ŞEVKETLÜ VE DAHİ HEYBETLÜ SULTAN: Ben ki yedi düvelin ve dahi yüzde ellinin ve bu kadar vekili vükelanın tek hâkimi, her şeyi bildiği gibi okuyan ve asla şaşmayan yüce ustayım; sizler ki çapulcular, alkolikler, marjinaller, aşırı sendikacılar ve dahi sidikliler. Karşıma geçmiş utanmadan arlanmadan, hayâ duymaz bir edepsizlik içinde bildiğinizi okursunuz. Hele o haddini bilmez Avrupa Birliği hiç utanmadan bana laf çakıyor, bak arkadaş bana çakana ben de çakarım; sen beni tanımıyorsan ben seni hiç tanımam; Amerika da bir şeyler söylüyormuş hakkımda ben o Amerika’nın ta… Hadi söyletmeyin beni şimdi… Bana sinirli diyorlar, ulan benim nerem sinirli siz hiç sinirli görmemişsiniz, çakacam kafayı göreceksin siniri şimdi. Televizyonda izliyorsunuz Kanuni sakin bir adam ama babası Yavuz çok sinirliymiş. Demek ki neymiş; herkesin siniri kendine… Kanuni’ye söyledim hemen git hemen Taksim’i al, diye. Abi ben sadece oyuncuyum, dedi. Biliyordum zaten onun çakma Kanuni olduğunu, sen hayatında ne kadar at bindin? Ben bile on beş saniye durdum atın üstünde… İrademdir, hepinize buyuruyorum çabuk dağılın, yoksa ben gelip dağıtırım…
7 Haziran 2013 Cuma
TAKSİM PARKI'NDAYIZ HER ŞEYİN FARKINDAYIZ
Taksim
Gezi Parkı’nda ağaçlar sökülüyormuş vatandaşlar da buna tepki gösteriyormuş,
dediler. Parkta çadırlarını kurup nöbete başlamışlar ağaçları söktürmemek için.
Hatta sökülen bir ağacı yeniden dikmişler… Gayet çağdaş bir eylem görüntüsü
var; çadırlarının önünde kitap okuyanlar, şarkı söyleyenler, halay çekenler. “Ağaçları kesmeyin, buraya gereksiz AVM’ler
inşa etmeyin” diye haykırıyor herkes…
Eh
bize de bu güzelliği anlatan bir yazı yazmak düşerdi elbet. Geçtim bilgisayarın
başına sevimli, keyifli bir yazı döşendim. “İşte
hep özlediğimiz, barış dolu, sevgi dolu bir eylem” diyerek son noktayı
koydum. Yazı sorumluluğumu rahatlıkla tamamlamamın rehaveti içinde ayaklarımı
uzattım.
Sayfa
sekreteri arkadaş “İyi güzel yazmışsın da
gündem değişti; polis parkta bekleyenlere şafak operasyonu yaptı, su sıktı…”
Yani
yazımdaki gibi mutlu sonla bitmiyordu olay; yazıyı mecburen yırtıp attım.
Yazarlar için en berbat durum, bitti dediği, içine sinmiş yazısını yeni baştan
yazmasıdır, zül gelir.
Oturup
ikinci bir yazı yazdım…
Polisin
yanlış yaptığını, oraya gelen insanların hiçbir kuruluşa, örgüte ait olmadan
kendi istekleriyle gelen ve tek amaçlarının çevrelerini korumak olan kişiler
olduklarını vurguladım. Bu kişilere su sıkmanın yanlışlığını söyleyip güvenlik
güçlerine biraz sitem ettim. Sonra gene yazıyı bitirmenin mutluluğu içinde
sırtıma yaslandım.
Sekreter
karşıma dikilip “Baba gene olmadı, sen
tam bitirdiğin anda gündem değişti…”, diye sırıttı. Taksim Parkı’nda
bekleyenler dışarı taşmışlar bu arada olayları duyanlar tamamen içgüdüsel
olarak sokağa fırlamışlar bu yüzden sayıları biraz daha artmıştı. Polis de
suyla beraber biber gazı da sıkmaya başlamıştı. Hadi bir kere katlandık ama bu fazlaydı
artık; yazıyı gene çöpe atıp üçüncü yazıyı azap içinde yazdım. Polisin
orantısız güç gösterisini eleştirdim, biraz aklıselime davet ettim ve yazıyı
bağladım.
İki
dakika sonra artık nefret etmeye başladığım sayfa sekreteri tüm lanetliğiyle
karşıma dikilip sırıttı…
“Olay gene şekil değiştirdi ama bu defa seni
fazla yormayacağım merak etme, senin yerine yazını ben çöpe attım, sana da bir
tek yeniden yazmak kalıyor…”
Ama
yazmasan olmazdı tabii, çünkü durum gerçekten epey bir şekil değiştirmişti.
Sekreteri gırtlaklama işini öteleyip yazmaya başladım.
Bir
kere hareketlenme eş zamanlı olarak yurdun her yerinden başlamıştı, hatta
yurtdışından bile yürümeye başlayanlar vardı. İşin ilginci bunlar örgütlü
hareketler değildi, millet tepkisini kaptığı gibi fırlıyordu sokağa nereye
gireceğine içgüdüleri karar veriyordu. Herkes koşa koşa su, gaz ve cop yemeye
koşuyordu gönüllü olarak…15-16 Haziran’da da böyle olmuştu Uğur Mumcu’nun
ölümünde de. Ama bu defa daha geniş kapsamlıydı. Edip Cansever’in karanfili
elden ele çoğalıyordu; tek bir ağaçla başlayan olay ormana dönüştü… Ve
yetkililerden en ufak bir açıklama yoktu hâlâ, diye biraz da edebiyat yaparak yazıya
noktayı koydum…
Aşağılık
sayfa sekreteri “gene olmadı” diye
sırıttı… Ben noktayı koyarken meğer yetkililer açıklama yapmış…
Vali,
Belediye Başkanı, Emniyet müdürü üçlü açıklama yapmışlar…
Vali
“Ben pek bir şey görmedim”, Müdür “Tam olarak duyamıyorum” Başkan da “Mani oluyor halimi takrire hicabım” şeklinde açıklamalar yapmışlar.
Doktor
Mimar başkanımız yemini billâh ediyor “Yanlış
anlaşıldım, ben oraya yaya yolu yapacaktım sadece. Topçu kışlası yok, AVM
kesinlikle olmayacak” diyor tüm samimiyetiyle… Eh bir de mahkeme alelacele
yürütmeyi durdurma kararı alıyor, belli ki aklıselimle, işi büyütmemek için
alınan bir karar. Eh en iyi niyetli yaklaşımla bir yumuşama var yorumuyla
yazıyı bitiriyorum. Herhalde tamamdır derken, sekreter olacak namussuz ve
şerefsiz “Daha bitmedi ki başbakan da
açıklama yaptı” diyor. “Bir yazı
nasıl piç edilir?” konusunda bir tez hazırlanacaksa ona çok iyi bir örnek
olabilirim.
Başbakan’ın
konuşmasını dinliyorum, ne de olsa serde delikanlılık var, harbi adam lafı dolandırmıyor
düşündüğünü yekten söylüyor. “Yok öyle üç
köfte yirmi beşe, o Topçu Kışlası oraya yapılacak, altına AVM üstüne rezidans
ve otel açılacak işte o kadar!” diye raconu kesiyor sonra yürütmeyi
durduran mahkemeye de bir ayar çekiyor… Tabii mahkemeyle birlikte Mimar
Başkan’ın karizmasında da derin çizikler oluşuyor.
Durumun
daha da gerilmesini ilave edip, yazıyı sekretere yolluyorum… Ağzına hapşırdığımın
sekreteri yazımı uçak yapıp geri yolluyor… Tabii benim yazımın havası da
sürekli olarak değişiyor bir önceki olumlu bir havadayken şimdi onun yerini
endişe alıyor. Yurdun dört bir yanından meydanlara yürüyenlere uygulanan şiddet
artıyor, şimdi de vatandaşa plastik mermi atılmaya başlamış. Bu arada
pencereden tencere tava sesleri geliyor, teyzeler, amcalar, çocuklar sokağa
fırlayıp tencereleri tavaları birbirine vurarak kendilerince destek veriyorlar.
Meşhur fıkra aklıma geliyor, hani padişah halkın tepkisizliğini gördükçe
bindirdikçe bindiriyormuş ya; sonunda halk topluca fırlamış sokağa başlamış
göbek atmaya. Padişah da ilk kez o zaman endişelenmiş… Elbette halkın tepki
göstermesi güzel ama bu şekli de pek hayra alamet gelmedi doğrusu. Durup
bekleyelim bakalım, diye yazımı bitirdim…
Ama
o tazyikli sularla ters taklalar atası, biber gazlarına maruz kalası, plastik
kurşunlara gelesi sayfa sekreteri gene “olmadı” dedi…
Bir
yazara bu yapılmaz, bu kadar zulmü polis bile yapıyor yahu, onlar bile daha
insancıl…
“Gene ne değişti sefil sekreter?” dedim…
Muhalefet
lideri Taksim’e geliyormuş, başbakan da “Gel
ama bir şey olursa kabahat senindir” demiş, bunun üzerine de polis
Taksim’den çekilmeye başlamış, halk da Gezi Parkı’na doğru yürümüş…
Neyse
mutlu son sayılır, bu durumu da ekledim; artık tamamdın herhalde dedim…
Ama
sanki bir Kafka öyküsü içindeydim; bir yalaka basın mensubuyla olayları
görmezden gelen televizyoncunun çiftleşmesinden peydahlanan o sayfa sekreteri
karşıma geçip;
“Yok, polis aslında geri çekilmemiş,
Beşiktaş’a inmiş şimdi oradaki halka saldırıyormuş, üstelik bu defa gazın portakallısı
çıkmış; bu hem kusturuyor hem de süründürüyormuş” dedi.
“Benimle dalga mı geçiyorsun?” diye
haykırdım.
“Kesinlikle bir dalga geçen var ama vallahi
ben değilim” diye yalvardı…
Çaresiz
yazıyı yeniden ele aldım; son durumu da ilave ettim, 31 Mayıs tarihe geçecektir
sonunda. Ama bu kez temkinli davranıp
son noktayı koymadım, bu arada pencereden portakal gazı atıldı, hem kusuyorum
hem sürünüyorum. Ama polisimi de çok seviyorum bir kere çok çeşit sunuyorlar
insana; gazların yakında elmalısı, muzlusu, kivilisi, çikolatalısını da bekliyoruz
Polise
sempati duymamın bir nedeni de bomba kapsülünün sekreterin kafasına gelip iki
şak etmesi; yolları tuttuklarından ambulans da gelemiyor. Beni kıvrandırmasının
cezasını böyle kıvranarak çekiyor şimdi… Eee Allah’ın sopası yok ama polisin
gazı var… Artık bundan sonrasını haberler geldikçe kısa notlar olarak ilave
edeceğim, her seferinde yazıyı baştan alacak halim yok…
Sabaha
karşı pencereden baktım ortalık biraz durulur gibi olmuştu, direnişçiler
ellerinde çöp poşetleri kirlenen meydanı temizliyorlardı… Medya gene dut yemiş
bülbül, tek kelime etmiyor bir tek Halk TV sürekli yayın yapıyor, RTÜK’den bir kamış
gelebilir… Başbakan yürüyenleri iki üç çapulcu olarak niteledi, AKM’yi de
yıkacağız, camii de yapacağız dedi… Millet şimdi AKM’nin tepesine çıktı… Tencere
tava çalan teyzeler amcalar her yerde, başbakan “Tencere tava hep aynı hava” dedi, ağa babası da zamanında “Glu glu dansı” demişti, tarih
tekerrürüne hoş geldiniz… Ankara’nın tükürme meraklısı başkanı “İstersek onları bir kaşık suda boğarız”
dedi…7-8 yaşlarındaki bir grup çocuk tencere kapaklarını çalarak yürüyor bir
yandan da “Tayyip evine, ülke senin
neyine!” diye slogan atıyor, gelecek nesli böyle görünce umudum artıyor… Şimdi gene hava karardı, polis bu defa Ankara’yı
gazlamaya başladı, Beşiktaş da berbat durumda… Gene sabah oldu, Başbakan
Afrika’ya haka dansı yapmaya gidiyor, giderken gene önüne gelene fırça attı.
Bence etrafındakiler “Hadi usta sen git
biraz uzaklaş kafa dinle, biz burayı toparlayalım” diye yolluyorlar… Hay
dilim tutulaydı da söylemez olaydım RTÜK Halk Tv’yi uyarmış… Taksim tam yatıştı
derken biraz önce gene olaylar başladı… Aha şimdi de bir ölüm haberi geldi
Antakya’da bir genç öldürülmüş… DİSK ve KESK iş bırakma eylemi yapıyor… Şimdi
de başbakan vekili bir açıklama yapıyor doğal olarak atılan onca gazı almaya
çalışıyor… Taksim’de halk tarafından bir alış veriş ve kültür merkezi kurulmuş
durumda, yiyecekler, içecekler kitaplar; ama hepsi bedava; kendileri getiriyor
ve paylaşıyorlar… Usta, Afrika’dan alınan gazları gene veriyor; dediğim dedik
çaldığım düdük, diyor…
Her
saniye başı yeni bir gelişme oluyor, iş nereye varır bilemiyorum. Ben artık
tükendim, akıl sağlığım bu kadar sık değişikliği kaldırmaz. Aşağıda boşluk
bırakıyorum, olacak gelişleri bir zahmet siz doldurunuz artık…
……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….
Olanlar Bitenler
3 Nisan 2013 Çarşamba
29 Mart 2013 Cuma
Dizi Reklamlarında Yeni Eğilimler
Özel televizyonların tek geçim kaynağı reklamlardır, izlediğimiz tüm programlar reklamlar sayesindedir.
Reklamlar
önce televizyon dizilerinde bölüm aralarına girmeye başladı; dizi belli bir
bölümünde kesilip reklamlar başlar daha sonra kaldığı yerden devam ederdi.
Daha
sonra dizi devam ederken görüntünün ucundan kenarından reklamın logoları
görüntü. Yani oğlan kızı öperken sağ taraftan uzanan Cem Yılmaz’ın dazlak başı
görülüyor ve hangi telefonu kullanmanız gerektiğini söylüyordu.
Baktılar
itiraz eden yok “sanal reklam” adıyla bu kez sahnenin içine ürün oturtmaya
başladılar gene oğlan kızı öperken hemen yandaki masada bir kola şişesi
beliriyordu.
Gene
ses çıkmayınca biraz daha abarttılar, bu kez sanal manal değil resmen çekim
sırasında ürünler koydular, bu kez oğlan önce koladan bir fırt alıp sonra kızı
öpmeye başladı. Bu reklamın da özel tarifeden ücreti ödendiğinden görünen
ürünün buzlanmasına da gerek kalmıyordu.
Sonra
bir adım daha ileri gidildi, bu kez senaryo yazımı sırasında ürünler konmaya
başladı; yani oğlan koladan bir fırt alıyor “Kolayla Mualla daha iyi gider”
diye kıza yumuluyordu. Durumun anlatılan öyküyü zedelediği kesin de ne kadar
zedelediği artık yapanların vicdanına kalmıştır. Ustam Lütfi Akad’ın piyasamızı
anlatan bir saptamasını anımsıyorum hep; “Burası
çamur içinde bir yola benzer, burada yürürken paçalarınızın çamurlanması hoş görülebilir.
İş çamurun daha yukarlara çıkmamasını
sağlamakta; bazıları var ki tepeden tırnağa çamura bulanıyorlar ki işte o tam
bir rezalet…” diyordu Akad Usta.
Çamurun
yavaş yavaş daha yukarlara çıktığını görüyorum.
Son
rastladığım iki örnek bu reklam işinde yeni bir yöntemin başladığına işaret…
![]() |
"Sıfıra etkisiz eleman derler ya..." |
Karadayı
adlı dizinin fragmanında bir söz dikkatimi çekti; oğlan kıza mektup yazmış,
konuşması duyuluyor “Sıfıra etkisiz
derler ya, yanlış; sıfır her şeyin başlangıç noktası…”
Cümle
dikkatimi çekti çünkü yanlış bir ifadeydi; çünkü sıfıra kimse etkisiz demez;
matematikte “etkisiz eleman “ olan
rakam “1” dir, sıfır için de “yutan
eleman” ifadesi kullanılır. “Arkadaşlarımız
herhalde dalgaya düşmüşler” diye düşündüm. Fazla da üstünde durulacak bir
şey değildi.
Ancak
hemen sonra başlayan Zero Kola reklamını görünce uyandım, reklamda geçen bir
ifade şöyleydi “Sıfıra etkisiz derler ya,
yanlış; sıfır her şeyin başlangıç noktası…”
Bu
kez senaryo içine yerleştirilen bilinçaltı bir reklam söz konusuydu; reklamda
geçen bir sloganı senaryonun kahramanlarından birine söyletiyorlardı.
İki
gün sonra Muhteşem Yüzyıl’ı izleyince koltuktan düştüm resmen; Kanuni Süleyman
oğluna şöyle diyordu “Kızgın ateşlerden serin sulara gittim..”
Çok
kişi “Ben bu lafı bir yerden
anımsayacağım ama nerden?” demiştir mutlaka.
Ama
bunun Magnum’un sloganlarından olduğunu anımsayanlar da “Yuh artık!” diye isyan etmiştir…
Sanıyorum
ilerleyen günlerde dizilerin içinde benzer sürprizler yaşayabiliriz…
Sevgili
ustam; çamurlar paçaları aşalı çok oldu, boğazımıza geldi dayandı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)