Varsayalım ki Fransa’da bir iç savaş çıktı…
Devrimden sonra rahat battı, bu Fransızlar kendilerine hırlaşmak
için yeni bahaneler aradılar.
İlk kavga gastronomi alanında kendini gösterdi.
Fransız mutfağının ünlü şeflerinden Michel Troisgros, “Boeuf
Bourguignon” yaparken yeni bir yöntem getirdi ve kırmızı şarap yerine beyaz
şarap kullandı.
Diğer bir şef olan Yannick Alleno ise buna şiddetle karşı
çıktı.
“Eski şehre yeni kural olmaz, beyaz kırmızının yerini
tutmaz” sloganıyla bir manifesto yayınladı.
Ülke bir anda Michelciler ve Yannickciler olarak ikiye
bölündü.
Buna “Şefler Savaşı” dönemi dendi.
Arnaud Donckele da önemli bir şefti ve uzmanlığı salyangoz
üzerineydi o ikisine de karşı çıktı “Neticede dana eti, kırmızı koysan ne yazar
beyaz koysan ne yazar? Bizim has yemeğimiz salyangozdur” diye bir manifesto da
o yazdı.
Tam bu noktada feminist aktivist ve bir vegan olan Marlène
Schiappa “Dünya Barışı mutfakta başlar, hayvan
katliamına son, ceset yemeyin; hayvanları sev, yiyenleri döv.” başlıklı aykırı
bir manifesto ortaya attı, Eyfel önünde toplanan milyonlarca kişiye bunu okudu.
Bu dönem de “Manifestolar Çarpışması” olarak adlandırıldı.
Bu konuşmayı dinleyenler arasında ünlü aktirist İsabella
Adjani de vardı ve bu manifestoya katıldığını açıkladı bu defa bir başka
aktirist olan Vanessa Paradis onun tam tersi bir açıklama yaptı, sonra İsabella
gelip Vanessa’nın saçını çekti, iki kadının arasını bulmaya çalışan yönetmen Luc
Besson’un ise arada kaldığı için kafası kırıldı böylece sinema alemi de bu
kavgaya bulaştı.
Yazarlar, ressamlar, müzisyenler derken bütün Fransız
entelektüel çevresi topa girdi…
İşin içinde top olunca futbol dünyasının uzak kalması mümkün
değildi tabii.
Bu tartışmaların nasıl oldu da futbol alanına sıçradığı kimse
tarafından anlaşılamadı.
Neticede Paris Saint-Germain, Lyon, Marseille taraftarları
birbirine girdi.
Sonra Jakobenler, Jirondenler, Hebertistler, Burjuvalar, Köylüler
saklandıkları yerlerden ortaya çıktılar.
Devrimin başladığı Bastil Hapishanesi şimdi olmadığı için
onun yerinde bulunan Bastil Alışveriş Merkezi basılarak yağmalandı.
Ardından başkanlık sarayı basıldı, Macron “Yahu nasıl oldu
da bu aşamaya gelindi?” sorusunun yanıtını bulamadan alaşağı edildi.
Concorde Meydanı’na gene giyotin kuruldu ve herkes biri
birinin kafasını kesmeye başladı, kan oluk oluk akıyordu, bu durumda kimsenin
can güvencesi kalmamıştı.
Milyonlarca Fransız ülkelerini terk etme aşamasına geldi.
İyi de nereye gideceklerdi?
İçlerinden birinin aklına geldi.
Türkiye denen bir ülke varmış onlar her geleni hiç geri
çevirmeden içeri alıyormuş.
Hatta onların bir başkanları varmış “Biz ensarız bize gelin”
diye istemeyenleri bile kolundan tutup zorla getiriyormuş.
Çok misafir severlermiş, yüzleri tutmadığından gelen
misafirlere “Yetti gayrı artık gidin” demezlermiş.
Yer verirlermiş, iş verirlermiş, sağlık, eğitim onlara
bedavaymış, kendi halkına bir şey vermese de misafir diye öncelik hep
onlardaymış, yani yemezler yedirir, giymezler giydirirlermiş.
Hatta onlara maaş bile bağlarlarmış.
Bunu duyan 5 milyon Fransız resmi 5 milyonu da kaçak
yollardan Türkiye’ye ulaştı.
10 milyon Jean Piyer, Louis, Henri, Nicole ülkenin büyük
şehirlerine yerleştirildi ve vatandaşlık verildi.
Eğitimli, liyakatli insanlardan oluştukları için köşe
başlarındaki yerlere getirildiler, fazla köşe olmadığından da normal
vatandaşlara hiç yer kalmadı.
Tabii Fransız mültecilerin durumu ülkede bazı tartışmalara
da neden oldu.
Suriyeli Eyhem el Habib “Bu Fransız meselesine acil çözüm
bulunmalı güzel ülkemizde ne işleri var, bizim ekmeğimiz bölünüyor yahu!”
derken Afgan Abdülcabbar da “Bu Fransızları hemen geldikleri yere yallah diye
postalasınlar bu yüzden güzel ülkemizin demogojofik, demorojofik, deromobokik; işte
her ne boksa o yapısı bozulacak!” diye tepkisini gösterdi.
Daha önceden Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı bir
politika yürüten milliyetçi bir parti ise bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi,
genel başkanının beyin devreleri yandı ve “French Syndrom” teşhisi ile Bakırköy
Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedaviye alındı.
Peki ülkenin gerçek sahibi sıradan vatandaş bir şey demedi
mi?
Dedi demesine ama onlar azınlıkta kaldıklarından sesleri
davulcu yellenmesi gibi kaldı; kimse duymadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder