2 Ekim 2024 Çarşamba
26 Eylül 2024 Perşembe
TAKILAR TAKILIRKEN
BDK yani “Bilmem Neleri Denetleme
Kurulu” başkanı Haşmet Bey büyük kızını evlendiriyordu dolayısıyla düğün dernek
kurulması şart olmuştu.
Ama hazır düğün yapılırken aradan çıksın diye oğlunun
sünnetini de sıkıştırmıştı.
Hoş oğlan 20 yaşındaydı ama çükü fakirlik günlerinde mahallerin
çocuklarıyla toplu olarak kesildiğinden o zaman düğün olamamıştı. Sonradan yürü
ya kulum dönemine gelindiğinde bu düğünün vakti de gelmiş oluyordu.
Ancak kırk gün kırk gece sürecek bir düğün hem katılanların
zamanını alacağından hem de bu ekonomik koşullarda israf olacağından öyle
yemekti, müzikti gibi gereksiz etkinliklerden vazgeçilecekti elbette “itibardan
tasarruf olmaz” da bir yere kadardı.
Sadece takı töreni yapılacaktı.
Bu yüzden davetiye son derece sadeydi.
KIZIMIN NİKAHI
OĞLUMUN SÜNNETİ İÇİN DÜZENLEDİĞİM TAKI TÖRENİNE HEPİNİZİ BEKLİYORUM DAVETLİ ÇOK
OLACAĞINDAN BEKLEME YAPILMAMASI TAKANIN TAKACAĞINI TAKTIKTAN SONRA İKİLEMESİ
ÖNEMLE DUYRULUR
BABALARI HAŞMET
Tabii çocukların adına hiç gerek yoktu önemli olan babanı
adıydı.
Bu çifte düğüne tabii ki onun denetlemekle görevli olduğu
memleketin bütün ileri gelen bilmem neleri davet edilmişti.
Bilmem neleri bir telaş almıştı, davete icabet etmemek gibi
bir durum söz konusu değildi.
Bilmem nelerin yönetim kurullarında hararetli tartışmalar
vardı.
Ne takacağız?
Nasıl takacağız?
Bu arada başka bilmem nelerin de ne taktığı önemliydi
elbette.
Eğer bir bilmem ne, öteki bilmem neden pahalı bir şey
takarsa o bilmem ne için ciddi bir prestij kaybı olacaktı ve bunu hesabı da bir
sonraki denetimde sorulabilirdi.
Takı töreni sırasında cazgırın “Bu bilmem neden geline bir
adet bilezik…” diye haykırması büyük bir faciaya neden olabilirdi.
Üstelik iki çocuk olduğu için iki ayrı takı takılacaktı.
Takıların eş değer olması önemliydi, yoksa iki kardeşten
biri gönül koyabilirdi.
Beriki bilmem neneye öteki bilmemenin geline pırlanta kolye
oğlana da Roleks saat takacağı istihbaratı gelmesi hesapları karıştırmıştı oysa
onlar burma bilezik, beşi birlikle falan geçiştirmeyi planlıyorlardı.
Bu yüzden bir bilmem ne
bir bilmem neye beri gel bre bilme nne birbirimizin ne taktığını bilelim demiş.
Uzun süredir rekabet halindeki bilmem neler tarihlerinde ilk
kez bir araya gelerek uzlaşmışlar ve aralarında centilmenlik anlaşması yaparak birbirlerinin
takısının altında kalmamayı garantilemişler.
Takı töreni hiçbir işe yaramadıysa en azından bilme nelere
centilmenliği öğretmişti.
Törende çok uzun bir kuyruk oluşmuş takan takacağını
taktıktan sonra oradan uzaklaşmış.
Bu işten en karlı çıkan kuşkusuz takıları taktıranlar olmuş.
Takı takan bilmem neler için de fazla bir zarar olmamış
aslında.
Buradaki zararı karşılamak için onlar da vatandaşa takı
töreni düzenlemişler.
Bu yüzden vatandaşlar son günlerde bir davetiye almaya
başlamış.
SAYIN VATANDAŞ,
HAZIRLADIĞIMIZ TAKIYI TAKABİLMEMİZ İÇİN SİZİ TAKI TÖRENİMİZE BEKLİYORUZ.
5 Eylül 2024 Perşembe
İNATÇI
Jules Verne çağının en özgün yazarlarından biridir; geniş
bir hayal gücü, ince bir mizah ve hayran olunası öngörüleriyle bilinir. Aya
gidenler, yer altına inenler, nükleer denizaltılar onun kitaplarında masal gibi
anlatılmıştır. Girdiği bahis sonucu dünyayı 80 günde gezerken heyecanlı
maceralar yaşayanların öyküsünü duymayan yoktur sanırım.
Jules Verne’nin bizde nedense pek bilinmeyen ama kahramanı
Türk olan ve Türkiye’de geçen çok keyifli bir romanı vardır.
İnatçı Keraban (Kéraban le Têtu) 1883 yılında
yazılmış.
Olay 2.Mahmut dönemi İstanbul’unda başlar.
Ana karakterin adını Keraban koymuş, aslında pek bir anlamı
yok, belli ki rastgele bir isim sallamış zaten önemli olan da isim değil
öykünün gelişimi.
Jules Verne’nin Türkiye’ye gelmiş olduğuyla ilgili bir bilgi
yok, masa başında yazmış belli ki. Ama iyi araştırmış, bölgenin haritasına hâkim.
Keraban çok zengin bir tüccar, ama takıntılı bir tip,
inatçı, kafasına uymayan bir şeyi yaptırmanız olası değil.
Keraban’ın işyeri Tophane’de evi de boğazın karşı yakasında
Üsküdar’da.
Her gün kayıkla gidip geliyor.
Günün birinde evine gitmek üzereyken memurlar yolunu
kesiyor.
O gün bir karar çıkmış ve boğazın bir yakasından öte yana
geçmeye vergi konmuş.
10 para karşıya geçme vergisi!
Şimdi gel de Jules’in öngörüsüne hayran olma.
“Vermem” diye tutturuyor.
“Vermezsen evine gidemezsin”, diyorlar.
Bizimkinin inadı tutuyor ve biraz yolu uzatsa da evine
geçmek için kendine bir rota çiziyor.
Atlı arabasıyla Trakya’ya doğru gidiyor oradan Balkanlar,
Gürcistan, Ukrayna, Rusya üzerinden Karadeniz kıyısını takip edip Anadolu’ya
iniyor Trabzon’dan devam edip Üsküdar’a ulaşıyor.
Keyifli bir macera romanı aslında ama bizim okuyucun ilk
dikkatini çeken başlangıçtaki o “Boğazı geçme vergisi” kuşkusuz ve o vergiye
karşı bir vatandaşın protestosu.
Aklıma hemen köprü ve otoyol ücretlerine yapılan zamlar
geliyor hepiniz gibi.
Aslında boğazın öte yakasına geçmek için Karadeniz’i
dolaşmak fena fikir sayılmaz. Orada şimdi Rusya Ukrayna savaşı olması biraz
sıkıntı olsa da kafasının tası atmış biri için bu da aşılmayacak bir durum
değil.
Tabii Keraban Efendi günümüzde yaşasaydı “O parayı beşli
çeteye yedirmemem arkadaş!” diyerek bu yolculuğu kesinlikle yinelerdi.
Hele hele Çanakkale köprüsünde uygularsa epey keyifli
olurdu, tabii akaryakıt fiyatlarını protesto için de bu yolculuk kesinlikle o
zamanki yöntemle at arabasıyla yapardı.
Ancak bu durumda başka bir sorun daha çıkıyor.
O zaman 2.Mahmut’un aklına gelmeyen cinlik şimdikilerin
aklına gelmiş, sadece geçenden değil geçmeyenden de para alındığı için Keraban Efendi’nin
cebinden gene para çıkacaktı ve belki de bundan hiç haberi olmayacaktı.
Ama dünya Sultan Mahmutlara da kalmadı malumunuz.
Sonuçta bu kararlı inat; beşli, altılı çeteleri yollayıp
sorunu kökten çözecektir illa ki…
8 Temmuz 2024 Pazartesi
KUŞATMA ALTINDA
Konstantinapol henüz İstanbul, Sultan Mehmet de Fatih
olmamıştı.
Surlar kuşatma altındaydı, Mehmet her an içeri girebilirdi.
Kapılar tutulduğu için şehre erzak girişi olmuyordu.
Dolayısıyla içeride açlık vardı.
Kuşatmadan sonraki olası işgal prosedürü belliydi, ilk üç
gün yağma serbestti.
Yeniçeriler istedikleri şeyleri istedikleri kadar
alabilecekti, tacizler tecavüzler de buna dahildi.
Zaten yeniçerinin tek gelir kaynağı kuşatma sonrasındaki bu
üç günlük getiriydi.
Surların dışında olanları tarih kitaplarından okuya okuya
artık ezberledik.
Surların içinde olanlar ise ilgi alanımızın epey dışındadır,
oysa duruma şöyle bir bakarsak hiç de yabancısı olmadığımız insan
davranışlarıyla karşılaşırız.
Çok ama çok ciddi sorunlarla yoğunlaşmışlardı o sırada.
“Osmanlı gelip de malımıza mülkümüze oramıza buramıza bir
şey ederse biz ne halt ederiz?” dediklerini düşünüyorsunuz değil mi?
Yok, değil… Belki o da var ama daha alt sıralardadır belki.
Öncelikli olarak çok daha önemli konulara yoğunlaşmışlardı.
Gençlerin ayrı yaşlıların ayrı sorunları vardı.
Yaşlılar Ayasofya’da toplanmışlardı son derece hayati bir
konu üzerine tartışıyorlardı.
“Melekler erkek midir, dişi midir?”
Peder Stavros’un öncülüğünü yaptığı grup:
“Tabii ki erkektir, zaten kadın denen mahluk da erkeğin
kaburga kemiğinden olmamış mıdır?” derken; Peder Haralambus’un başını çektiği
grup da;
“Melekler kadındır, çünkü kadın doğurgandır kadın anadır…”
tarzı bir şeyler söylemekteydi.
Bu iki gurubun kavgası yetmiyormuş gibi bir de sonradan ortaya
çıkan Cüppeli Peder Kastırosmos adıyla maruf biri:
“Melekler cinsiyetsizdir, onlar üçüncü cins içinde yer
alırlar; ayrıca cennetteki hurilerin memeleri taş gibidir, oraya giden
erkeklere on bin huri verilecek hepsiyle de yedi gün yirmi dört saat hasbihal
edilecek, sonra gene yedi yirmi dört yiyebileceğin açık büfe olacak ziftleneceksin
ziftleneceksin ama doymayacaksın, sonra gene hurilerle hasbihal edeceksin,
sonra gene ziftleneceksin bu böyle devam edecek…” diye yeni birtakım tezler
getirmeye başlayınca tartışmalar iyice alevlendi.
Bunlar olurken gençlerde hipodromda konuşlanmışlardı.
Burada sık sık atlı araba yarışları yapılıyordu.
İki ezeli takım vardı, “Maviler” ve “Yeşiller”
Her iki takımın da çok fanatik taraftarları vardı.
Mavilerin en gözde yarışçısı Mario mu daha iyidir yoksa
Yeşillerin Hastiryo mu daha iyidir konusunda çıkan kavgalarda ciddi
yaralanmalar oluyordu.
Bir hafta Yeşiller başka bir hafta Maviler kazanıyordu ama o
haliyle bitmiyordu.
İnsanlar bir dahaki yarışa kadar o yarışın yorumunu
yapıyordu.
Şehrin çeşitli meydanlarında yorumcular taraftarlara
konuşuyordu.
“Mario bu hafta çok formsuzdu doğrusu, ayrıca atları da belli
ki uykusuz bırakmışlardı, yarışı göz göre göre verdiler…”
“Yeşillere bu hafta yeni bir kısrak gelmiş o kimmiş biliyor
musunuz beş yıl önce harikalar yaratan hipodromda fırtınalar estiren
Fırtınasyus’un yavrusu; yani bu yıl mavilerin işi çok zor…”
Sık sık Mavili ve Yeşilli fanatikler birbirlerine giriyor,
kafalar yaralanıyor, gözler çıkıyordu.
Sultan Mehmet’in yeniçerileri içeri girdiği zaman, bunun farkında olup olmadıkları, hâlâ bu tartışmaları yapıp yapmadıkları konusunda bir bilgi henüz yok.
Ancak bu sadece bir örnek sanırım “kuşatma altında” olup da tehlikeyi
yok sayarak umutsuzluktan uzak durmak isteyen toplumlar kendilerine oyalanacak
bir şeyler bulurlar.
13 Mayıs 2024 Pazartesi
18 Nisan 2024 Perşembe
Yapay Zeka Çiftliği
Yapay zekâ bir insanın hayatını kurtarabilir mi?
Hayvanlar, insanlar yapay zekâya sahip olabilir mi?
Salih Görür genetik uzmanı bir bilim adamı, torunu Göz’ün
hayatını kurtarır. Bunun için deneylerini bazı hayvanlar üzerinde yapar ve
ortaya YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ çıkar.
Böyle bir çiftlikte neler neler yaşanır?
Bu sır, kötü güçlerin eline geçerse ne olur?
Yapay zekâ mı insanı kontrol ediyor, insan mı yapay zekâyı?
YAPAY ZEKÂ ÇİFTLİĞİ’nin kapıları tüm ziyaretçilere açıktır,
bu çiftlikteki maceralar okuyucuları ile heyecan kazanmaktadır.
15 Mart 2024 Cuma
TOPLUM MÜTEAHHİTLİĞİ
Sinema, en kısa tanımıyla kaydedilmiş görüntüleri kullanarak
yapılan bir anlatım sanatıdır.
Edebiyatçı bunu kelimelerle, ressam renk ve lekelerle,
müzisyen de seslerle yapar.
TV dizisi, sinema sanatının bir alt türüdür.
Komedi, aksiyon, korku, macera, dram, belgesel, müzikal,
kısa film gibi Tv dizisi de bir türdür.
Süresi 60 dakikadan az olanlar kısa film sayılır, bunun
üzeri uzun metrajdır.
Sitkom denen mekân güldürüleri 30 dakika civarındadır.
Tv dizileri ise 40-60 dakika arasında olur.
Bizdeki durum da başlangıçta bu şekildeydi.
Ancak RTÜK sonrası getirilen düşünmeden yapılan
yönetmelikler sonucu iş şirazesinden çıktı.
Malum Tv kanallarının tek kaynağı program içine aldıkları reklamlardır.
“Şu kadar dakika içinde ancak bu kadar reklam alabilirsin”
türünden bir madde olunca 60 dakikalık bir program içine alınacak reklama da
bir sınır geliyor.
Bu kez daha fazla reklam için dizilerin sürelerinin
artırılmasına gidildi.
Kanalın biri önce 70 dakikaya çıkardı bu aynı zamanda
matematik olarak izlenme oranının (reyting) artmasına neden oldu.
Bu kez rakip kanal 80’e çıkartınca diğeri 90’a çıktı.
İş 180 dakikaya ulaştı, gün 24 saat olduğu için daha fazlası
mümkün olmadı, gece yasından sonra diğer güne geçiliyordu çünkü.
İşin ta başında tehlikeyi fark eden senaryo yazarları “Yerli
Dizi Yersiz Uzun” kampanyası başlatmışlar ve epey ses getirmişlerdi.
Onlara hak vermeyen yoktu, yapımcılar bile “Çok haklısınız
biz de çok rahatsızız bu durumdan ama ne çare ki viran olası haneye gelecek
ballı lokmalar” var diyorlar ve bir adım atmıyorlardı.
Bu çarpık durum dizilerin önce fiziksel, sonra da kimyasal
yapısını bozdu.
Öncelikle sahnelerin uzamasına, gereksiz sahnelerin
çıkmasına neden oldu, iş bir kekemenin fıkra anlatmasına döndü; izleyicinin
izleme keyfi önce kaçtı sonra da deforme oldu.
Bir öykünün başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olur ama öykü
bir türlü bitmeyince işin kontrolü de iyice kaçtı.
Sonunda öykü tükenince bu defa “Acaba bu bölüm ne uydursak?”
durumu çıktı.
Senaristler başlangıçta senaryoyu bir yere götürürken bu
defa senaryo senaristi istediği yere götürmeye başladı.
Eşeğinin kontrolünü kaybeden Nasrettin Hoca’ya “Nereye?”
diye sormuşlar o da “Eşeğin götürdüğü yere” demiş.
Bizim senaristler de senaryonun götürdüğü yere gidiyor.
Senaryolarda duygu sıçramaları, karakter sapmaları,
bağışlanmaz mantık hatalarından geçilmiyor.
Önce başka ülkelerde yapılan dizilerden uyarlama yoluna
gidildi, onlar başı sonu belli olan işlerdi yani bir süre “senaryo ne olacak?”
sorunu yoktu.
Tabii o dizilerin süreleri normal insanlara göreydi, kısa
sürede o işteki öykü bitiyor bu kez senaristler gene “Acep ne yazsak da durumu
kurtarsak?” girdabına düşüyordu.
Elbette reyting almak için izleyicinin yumuşak karnını bulup
o yönde öyküler yazılmaya başlandı. İş şiddet pornografisine dönüştü, izleyen
farkında olmadan o şiddetten hoşlanmaya başladı; tıpkı uyuşturucu tutkunluğunda
olduğu gibi o şiddet yetmeyince de şiddettin dozu her seferinde arttı ve
artmaya devam ediyor.
Marjinal ilişkiler sanki hayatın doğal akışında olan sıradan
olaylar gibi gelmeye başladı.
Sinema, toplum mühendisliği için çok etkin bir araçtır, bu bilinçli
olarak yapılarak toplum egemenlerin istediği kıvama getirilir.
Örneğin sigara alışkanlığının bu kadar yaygın olmasının en
önemli nedenlerinin başında bir dönemin rol model starlarının her filmde yerli
yersiz içtikleri sigaralardır tabii sigara firmalarının o filmlerin sponsoru
olduğu pek bilinmez.
Film izlerken kola içip patlamış mısır yeme alışkanlığı da
sinema sayesinde dayatılmıştır, kolasız ve mısırsız film izlemek çok büyük
ayıptır.
Sevgilisiyle konuşurken kullanacağı sözler, ona ne tür
hediyeler alması gerektiği de bunlar tarafından belirlenir.
Erkeğin küçük kutu içindeki tektaş yüzükle sevgilisinin
önünde diz çökerek yaptığı evlilik teklifi klişesi sinema yüzünden
yerleşmiştir. Bu veya bunun çeşitlemesi olan bir şekilde yapılmayan evlilik
teklifleri kesin ayrılık nedenidir.
Yani toplumu güzelce yoğurup, kulak memesi kıvamına
geldiğinde istedikleri şekli verirler.
Bu rezil durum ayrı bir yazının konusudur ve ciddi biçimde irdelenmelidir.
Bizdeki durum ise kontrolsüz, bilinçsiz yapılan bir toplum
mühendisliğidir aslında daha çok bir Laz müteahhit durumu vardır.
Toplumu istediğim kıvama getireyim diye bir niyet yoktur
belki ama sonuç faciadır.
***
Varsayalım ki dizi senaristleri Bürümcük Hanım’la Sülün Bey ve
“Öksürük Şurubu” adlı diziye başladılar.
Başlangıçta her şey güzel gitti konu her zaman tutan bir
konuydu.
İki farklı kutupta olan Montegü ve Kapulet ailesinin
çocukları Romeo ve Jülyet birbirlerine âşık olmuşlardır. Aileler bu duruma
karşı çıksalar da aşk galip gelir ama bu durumda öykü biteceği için bir şekilde
devam etme zorunluluğu olur.
Romeo ve Jülyet evlenir; ama bu defa Romeo’nun dedesi Jülyet’in
anasına yeşillenmeye başlar, Jülyet’in anası hamile kalıp bir oğlan doğurur bu
çocuk Jülyet’in kardeşi dolayısıyla Romeo’nun kayınbiraderidir ama çocuk aynı
zamanda Romeo’nun amcası olur. Jülyet’in babası da Romeo’nun anasını hamile
bırakır, çocuk Romeo’nun hem kardeşi hem de eniştesi olur.
Tam bu arada Hamlet gelir o da Jülyet’in eltisine yürümeye
başlar.
Şimdi Hamlet’in bu senaryoyla ne ilgisi var diye
düşünebilirsiniz, hiç ilgisi yok.
Ama senarist Bürümcük Hanım şu anda yıldızım parlıyor bu arada
bir dizi daha çıkartayım diye “Sandık Tozu incisi” adlı bir diziye daha
başlamıştır, ama yorgunluktan olsa gerek o hikayedeki Hamlet karakterini yanlışlıkta
buraya sokmuştur daha da fenası buradaki Romeo da öteki diziye girmiştir.
Sonra Fuzuli diye bir karakter zuhur eder, aslında bu gerçek
karakterdir ve diğer senarist Sülün Bey’in kayınçosudur bizimkine fena borç
taktığından alacağının peşindedir, bir yandan senaryo yetiştirme telaşı bir
yandan alacağının peşinde koşmak derken devreleri yanmış ve Fuzuli’yi farkında
olmadan diziye sokmuştur, o da Romeo’nun babasına yürümeye başlamıştır.
Peki izleyici bu duruma ne demiştir?
Hiçbir şey dememiştir çünkü her gece 4-5 saat ekran
karşısında bunca saçmalığı izleye izleye beyni dumura uğramış bu yüzden de bir
şey fark etmemiştir.
Yani bu durumu Shakespeare gelse çözemez.
***
Sonuç olarak dizilerin yersiz uzatılması bundan dolayı
izleyiciyi ekran başından kaçırmamak için senaryoların pornografik bir hale
evrilmesi izleyeni de beğeni düzeyi düşmüş bir kitleye dönüştürmüştür.
İşte size kontrolsüz yapılan bir toplum mühendisliği daha
doğrusu toplum müteahhitliği örneği, ama kim bilir belki de kontrollüdür!
Belki işi yapanlar farkında olmadan bir üst akıl tarafından
yönetiliyordur.
8 Mart 2024 Cuma
BİR AFİŞİN ÖYKÜSÜ
Kadın haklarının sembol bir afişi vardır “We can do it-
Yapabiliriz”.
Bu afişin ilginç de bir öyküsü vardır.
Naomi Parker Fraley 2.Dünya Savaşı sırasında bir fabrikada
çalışmaya başladı; günün birinde fabrikaya gelen bir fotoğrafçı çalışan
işçilerin fotoğraflarını çekti.
Bir dergide yayınlanan fotoğraflar grafik sanatçısı J.
Howard Miller’in ilgisini çekti.
Bu fotoğraftan yola çıkarak o ünlü afişi tasarladı.
Afiş bir anda kadın haklarının ikonu haline geldi, ama Neomi
Panker’in adı uzun süre bilinmedi.
Ancak 1984 yılında,
evli ve 5 çocuk annesi olan Geraldine Doyle bu afişteki kişinin kendi olduğunu
iddia etti, çünkü o da bir zamanlar fabrikalarda çalışmıştı ve verdiği
röportajlarla kamuoyunu uzun süre meşgul etti.
Neden sonra Naomi Parker Fraley’in afişteki gerçek kişi
olduğu kanıtlandı.
96 yaşındayken de hayata veda etti.
![]() |
Neomi |
![]() |
Geraldine Doyle |
![]() |
Neomi Parker |
![]() |
Neomi Parker |
6 Mart 2024 Çarşamba
FRANSIZ MÜLTECİLER
Varsayalım ki Fransa’da bir iç savaş çıktı…
Devrimden sonra rahat battı, bu Fransızlar kendilerine hırlaşmak
için yeni bahaneler aradılar.
İlk kavga gastronomi alanında kendini gösterdi.
Fransız mutfağının ünlü şeflerinden Michel Troisgros, “Boeuf
Bourguignon” yaparken yeni bir yöntem getirdi ve kırmızı şarap yerine beyaz
şarap kullandı.
Diğer bir şef olan Yannick Alleno ise buna şiddetle karşı
çıktı.
“Eski şehre yeni kural olmaz, beyaz kırmızının yerini
tutmaz” sloganıyla bir manifesto yayınladı.
Ülke bir anda Michelciler ve Yannickciler olarak ikiye
bölündü.
Buna “Şefler Savaşı” dönemi dendi.
Arnaud Donckele da önemli bir şefti ve uzmanlığı salyangoz
üzerineydi o ikisine de karşı çıktı “Neticede dana eti, kırmızı koysan ne yazar
beyaz koysan ne yazar? Bizim has yemeğimiz salyangozdur” diye bir manifesto da
o yazdı.
Tam bu noktada feminist aktivist ve bir vegan olan Marlène
Schiappa “Dünya Barışı mutfakta başlar, hayvan
katliamına son, ceset yemeyin; hayvanları sev, yiyenleri döv.” başlıklı aykırı
bir manifesto ortaya attı, Eyfel önünde toplanan milyonlarca kişiye bunu okudu.
Bu dönem de “Manifestolar Çarpışması” olarak adlandırıldı.
Bu konuşmayı dinleyenler arasında ünlü aktirist İsabella
Adjani de vardı ve bu manifestoya katıldığını açıkladı bu defa bir başka
aktirist olan Vanessa Paradis onun tam tersi bir açıklama yaptı, sonra İsabella
gelip Vanessa’nın saçını çekti, iki kadının arasını bulmaya çalışan yönetmen Luc
Besson’un ise arada kaldığı için kafası kırıldı böylece sinema alemi de bu
kavgaya bulaştı.
Yazarlar, ressamlar, müzisyenler derken bütün Fransız
entelektüel çevresi topa girdi…
İşin içinde top olunca futbol dünyasının uzak kalması mümkün
değildi tabii.
Bu tartışmaların nasıl oldu da futbol alanına sıçradığı kimse
tarafından anlaşılamadı.
Neticede Paris Saint-Germain, Lyon, Marseille taraftarları
birbirine girdi.
Sonra Jakobenler, Jirondenler, Hebertistler, Burjuvalar, Köylüler
saklandıkları yerlerden ortaya çıktılar.
Devrimin başladığı Bastil Hapishanesi şimdi olmadığı için
onun yerinde bulunan Bastil Alışveriş Merkezi basılarak yağmalandı.
Ardından başkanlık sarayı basıldı, Macron “Yahu nasıl oldu
da bu aşamaya gelindi?” sorusunun yanıtını bulamadan alaşağı edildi.
Concorde Meydanı’na gene giyotin kuruldu ve herkes biri
birinin kafasını kesmeye başladı, kan oluk oluk akıyordu, bu durumda kimsenin
can güvencesi kalmamıştı.
Milyonlarca Fransız ülkelerini terk etme aşamasına geldi.
İyi de nereye gideceklerdi?
İçlerinden birinin aklına geldi.
Türkiye denen bir ülke varmış onlar her geleni hiç geri
çevirmeden içeri alıyormuş.
Hatta onların bir başkanları varmış “Biz ensarız bize gelin”
diye istemeyenleri bile kolundan tutup zorla getiriyormuş.
Çok misafir severlermiş, yüzleri tutmadığından gelen
misafirlere “Yetti gayrı artık gidin” demezlermiş.
Yer verirlermiş, iş verirlermiş, sağlık, eğitim onlara
bedavaymış, kendi halkına bir şey vermese de misafir diye öncelik hep
onlardaymış, yani yemezler yedirir, giymezler giydirirlermiş.
Hatta onlara maaş bile bağlarlarmış.
Bunu duyan 5 milyon Fransız resmi 5 milyonu da kaçak
yollardan Türkiye’ye ulaştı.
10 milyon Jean Piyer, Louis, Henri, Nicole ülkenin büyük
şehirlerine yerleştirildi ve vatandaşlık verildi.
Eğitimli, liyakatli insanlardan oluştukları için köşe
başlarındaki yerlere getirildiler, fazla köşe olmadığından da normal
vatandaşlara hiç yer kalmadı.
Tabii Fransız mültecilerin durumu ülkede bazı tartışmalara
da neden oldu.
Suriyeli Eyhem el Habib “Bu Fransız meselesine acil çözüm
bulunmalı güzel ülkemizde ne işleri var, bizim ekmeğimiz bölünüyor yahu!”
derken Afgan Abdülcabbar da “Bu Fransızları hemen geldikleri yere yallah diye
postalasınlar bu yüzden güzel ülkemizin demogojofik, demorojofik, deromobokik; işte
her ne boksa o yapısı bozulacak!” diye tepkisini gösterdi.
Daha önceden Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı bir
politika yürüten milliyetçi bir parti ise bu durum karşısında ne yapacağını bilemedi,
genel başkanının beyin devreleri yandı ve “French Syndrom” teşhisi ile Bakırköy
Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedaviye alındı.
Peki ülkenin gerçek sahibi sıradan vatandaş bir şey demedi
mi?
Dedi demesine ama onlar azınlıkta kaldıklarından sesleri
davulcu yellenmesi gibi kaldı; kimse duymadı.
ÇEDES
“Çevreye duyarlı” diye başlayınca sanıyorsunuz ki yeşili
seven, doğayı koruyan, Akbelen’e, Kazdağı’na sahip çıkan, zehir saçan, siyanür
yayan sanayiye karşı bir gençlik yetiştirmeyi hedefleyen bir proje.
Burada “çevre” ifadesi bizim sazan gibi her söze inanan,
kendini seküler olarak tanımlayan vatandaşımı kandırmak için uzatılan bir
“havuç” aslında.
Daha önce de aynı sazanlığı göstererek ve “Yetmez ama evet”
diyerek bugünlere gelmemizi sağlayan yol taşlarının döşenmesini
alkışlamışlardı.
ÇEDES projesinin açılımı: “Çevreme duyarlıyım, değerlerime sahip
çıkıyorum.”
Milli Eğitimin sinsi bir şekilde karanlığa boğulma sürecinde
önemi bir adım.
Burada sahip çıkılan değerlerin hangi zihniyetin değerleri
olduğu belli tabii ki.
Okullarda bugüne kadar öğretmenlik sertifikası olmayanlar ders
veremiyorlardı.
Elbette bakanlık istediğine sertifika verebiliyordu; ama
yeni sisteme göre artık bu zahmete katlanmaya gerek kalmıyor.
Artık istenen kişi rahatlıkla okullara girebiliyor…
İmamlar, vaizler, birtakım abiler, ablalar okullarda.
Evrim konusu zaten çoktan çıkmıştı müfredattan.
Onun yerine “yaradılış” bilimsel bir biçimde duhul oldu.
Çamurdan Âdem ile kaburga kemiği bu negatifliğin pozitif
unsuru.
Sertifikasız öğretmenler çoğunluğu sağlayınca sertifikalılar
dış kapının mandalı.
Yeşili sev evladım, her yeri yeşile boya, cüppe yeşil, takke
yeşil, bayrak yeşil.
Değerlerine sahip çık…
Tarikat şeyhin her şeyin en doğrusunu bilir evladım ona
itaat et, sözünden zinhar çıkma.
Onun sözleri dünyamız gibi dümdüzdür, dosdoğrudur.
Sakın ola “Ama niye öyle oluyor, bu çok saçma” türünden
sorular sorup da hoca efendilerin zor duruma sokma.
Öyle gereksiz bilgilerle o güzel dimağını meşgul etme,
şeyhin senin yerine düşünür, sen düşünürsen kafana zararlı fikirler üşüşür.
Senin işine yarayacak şeyleri öğren yeter…
Anan baban öldüğünde cenazesinde “Ne yapacağım?” diye
düşünme, gel sana tatbiki olarak öğretelim.
Berkecan çocuğum sen gel buraya mevta gibi uzan, çocuklar
siz de burada saf tutun…
Haydiii “Er kişiiii niyetineeee…”
Pelinsu ağlama yahu, anan baban gerçekten ölmedi daha bu
provası, ama neticede kazık kakacak halleri yok bir gün gelecek nalları
dikecekler işte biz o güne hazırlık yapıyoruz.
Kurban nasıl kesilir öğrenmeniz gerek, bak burada kurbanlık
maketi var; Özgür evladım gel de kardeşlerine göster bakalım bir hayvan nasıl
boğazlanır?
Önce ne yapıyorduk?
Önce hayvanın gözünü bir bezle bağlıyorduk, sonra ayaklarını
sıkıca bağlıyoruz ki kaçmasın.
Kaçarsa maazallah işin yoksa düş beşine kovala.
Hele bir de büyükbaşsa hafazanallah!
Bütün emniyet birimleri, zabıta, itfaiye seferber olur tut
tutabilirsen.
Sonra elinle hafif hafif boğazını okşuyorsun, bunu yaparken
de tekbir getiriyorsun; sonra bıçağı aniden harst diye çekiyorsun, kanları
fıııış diye fışkırıyor, hayvan da böğürmeye başlıyor.
Aaa Alper ne oldu yavrum niye bayıldın, aaa Begüm de
bayılmış?
Emre niye kustun ulan Hidayet ağabeyinin üzerine?
Aaa Ayça da halıya çıkartmış, kızım kim temizleyecek şimdi
orayı?
Çocuklar nedir bu haliniz, hiç mi “Testere” filmi
izlemediniz yahu?
Şimdi bu kadarcık şeyden tırsarsanız yarın şeriat düzenine
geçtiğimizde dindar ve kindar bir nesil olarak kafirleri nasıl keseceksiniz?
Neticede Çedes çok önemli bir projedir.
“Çeneni kapa, dizini kır otur, imama uy…”
25 Şubat 2024 Pazar
KUSURSUZ CİNAYET
“Kusursuz cinayet var mıdır, yok mudur?” sorusu adli tıp
uzmanlarına çok sorulan bir sorudur. Aslına bakarsanız cinayetin kendi zaten “kusurlu”
bir eylemdir.
Bütün polisiye romanlarda, filmlerde işlenen cinayetleri
olayın hafiyesi gelir kıldan, tüyden, bırakılan izlerden yola çıkarak veya
birtakım akıl oyunlarıyla suçluyu yakalar.
Katilin kim olduğunun ortaya çıkması o cinayetin kusursuz
olmadığının göstergesi midir acaba?
Peki Sabahattin Ali’den Uğur Mumcu’ya, Ahmet Taner
Kışlalı’ya uzanan faili meçhullerde (aslında faili malum) katil bilinmesine
rağmen ele geçmemesi cinayeti kusursuz yapar mı?
Depremlerde, maden kazalarındaki beceriksizlikler sonucu
işlenen toplu cinayetlerin failleri “kusursuz cinayet” ödülüne hak kazanmış
olabilirler mi?
Adli tıp uzmanı karikatürist Prof. Halis Dokgöz yeni çıkan
KUSURSUZ CİNAYET kitabında bunun gibi konulara değiniyor. Sadece cinayet değil,
birçok kriminal konuya hem uzman hem mizahçı kimliğiyle yaklaşınca ortaya
teknik ifadelere boğulmamış, keyifle okunan bilgi veren yazılar çıkıyor.
Cinayetlerin aydınlatılmasında yer alan dedektif böcekler, seri
katiller, yüz sene sonra uyandırılmak için kendini donduranlar, cinsel suçlar,
akla zarar sendromlar epey öğretici bu gibi konulanda roman, senaryo yazanlar
için de başucu kitabı olacak bir kaynak, senaryo deyince izlediği filmlerdeki
vahim hataları hiç affetmemiş hemen yakalamış.
Halis Dokgöz’ün bu işi keyifle yazdığı belli devamını
getirecek gibi.
Ancak bu kusursuz cinayetler konusunda şöyle bir durum da
var.
Artık her santimde bir kamera olmasıyla “AĞABEY SİZİ
İZLİYOR” ortamına çoktan geldik.
Bu durumun özel hayatın deşifre olma endişesi yanında olumlu
bir yanı da var aslında.
Marketteki kasiyer, taksideki şoför katledilirken tüm
ayrıntıların kaydedilmesi ortaya gerçek bir gerilim izlencesi çıkartıyor, tabii
bizim hafiyelerin uzun uzun “katil kim?” araştırmasına gerek kalmıyor.
Hafiyelik de yakında yok olacak mesleklerden biri olacak sanki.
4 Ocak 2024 Perşembe
HAVUÇLARIMIZ NEREDE?
Ne güzel havuçlarımız vardı…
Kokusu bir kilometre öteden duyulurdu mis gibi.
Lezzetli, kütür kütür…
Biraz tuzlayıp yerdin kıtır kıtır.
Rendeleyip salata yaptığında ayrı bir lezzeti olurdu üzerine
biraz zeytinyağı, bol limon.
A vitamini deposuydu; gözlere iyi gelidi.
O havuçlardan şimdi eser yok, nerede bizim o güzel havuçlarımız?
Kim aldı, kim götürdü, kim yedi?
“Yetmez ama evet” diyen arkadaşlarımız şimdi o havuçlarını
arıyorlar.
Faşizmin çukuruna balıklama dalmamızın nedeni o anayasa referandumunun rezil maddelerini kamufle etmek için araya bazı “havuç” maddeler konulmuştu.
1-Kenan Evren ve darbeci paşalar yargılanacaktı.
2-Kadınlara pozitif ayrımcılık getirilecekti.
3-Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkı gelecekti.
Birtakım kullanışlı “romantikler” bunu ilerici, demokrat
hatta daha da ileri giderek “devrimci” olarak niteleyip “Yetmez ama eveeeeet”
diyerek tam destek verdiler.
Anayasayı hazırlayanları “Che” ilan ettiler…
Çünkü onlar bu havuçları çok sevmişlerdi.
“Aman etmeyin eylemeyin, onlar havuç; bu anayasa bizi bataklığın en dibine gömecek” diyenlerin ne faşistliğini ne gericiliğini bıraktılar.
Neticede havuçlu anayasa referandumdan geçti.
Kenan paşa avanesinden topu topu iki kişi kalmıştı zaten
tarih mahkemesinde çoktan yargılanıp hüküm giymiş muhteremler yargı önüne
çıkacaktı.
Ama ikisinin de beyni pelte olduğundan olan bitenin farkında
değillerdi, saksı gibi duruyorlar öyle boş boş bakıyorlardı; mahkeme salonuna
bile çıkamadılar. Davanın sonucu ne oldu, karar neye bağlandı hâlâ muğlaktır.
O havuç böylece murdar oldu.
Kadınlara pozitif ayrımcılık kulağa gerçekten pek bir hoş
geliyordu.
Kadın hakları savunucularının gözünde bu kararı alanlar çok
sevimli görünmeye başladı.
Belki de havuçlar içinde en lezzetlisi buydu.
“Kadının beyanı esastır” maddesi geçti ama bunun için önce
kadına beyanını soran bir düzenin olması gerekiyordu.
Neticede “İstanbul Sözleşmesi” iptal edildi.
Gene her gün onlarca kadın şiddet görüyor, katlediliyor.
Kadınların havucu daha sofraya gelmeden bir yerlerde yok olup gitti.
Ama en tuhafı Anayasa Mahkemesi havucu olsa gerek.
Çünkü mahkemenin yapısını belirleme yetisi mevcut yönetime
ait oluyor, değiştirilen havuç olmayan diğer maddeler bunu getiriyor, yani
yasama, yürütme, yargı tek bir yerde toplanıyor.
Buna rağmen bireysel başvuru hakkı güzel bir havuçtu.
Can Atalay bu hakkını kullanıp bireysel olarak başvurdu.
AYM bu yapısıyla bile onu haklı buldu, hakkın ihlal
edilmiştir, dedi.
Ama hakkı ihlal eden mahkeme onu tanımadı.
Referandumdan geçen havuçlu anayasa bir darbeyle yok edildi.
Anayasada artık havuç mavuç kalmamıştır…
Biz zaten burnumuzun pislikten çıkmayacağının farkındaydık…
Olan yetmez ama evetçilere oldu, bir lokma bile havuç
yiyemediler, çok fena dolandırıldılar.
O güzel havuçları o çürük hıyarlar alıp götürdü.